Sağlığını Korumayı Öğren: DR GABOR MATE - KRONİK HASTALIKLAR TESADÜFİ DEĞİLDİR !!

9 Ekim 2018 Salı

DR GABOR MATE - KRONİK HASTALIKLAR TESADÜFİ DEĞİLDİR !!


Yeniden merhaba,


Şimdiye kadar sıklıkla hastalıkların biyolojisini, kimyasını, sebeplerini, organlar bazında etkilerini, tedavi metotlarını, doktorların yaklaşımlarını, alternatif yaklaşımları vb bloğumda paylaştım. Bugün ise sizlere hayranlıkla izlediğim ve izledikten sonra müthiş bir aydınlanma yaşadığım bir videodan bahsetmek istiyorum. Bu videoda Dr Gabor Mate çok özetle kronik ve otoimmün hastalıkları bulunan insanların tesadüf eseri kronik hasta olmadıklarını anlatıyor. Hastalıkların kökenine iniyor. O nedenle başta Kanser veya MS, ALS, lupus, romatoid artrit, tiroid, ankilozon spondolit vb otoimmün olarak tabir edilen kronik hastalığı olan herkesin ekrana kilitlenerek izlemesi gereken bir video. Lyme açısından baktığımızda da bu spiroket bakteri neden bazılarında hastalık yaparken diğerleri kaya gibi sağlam hiç bir şey olmuyor sorusuna da cevap içeriyor. Ve tabi ki tedavi sonrası lyme ın yeniden nüksetmesini istemiyor isek nelere dikkat etmemiz gerektiği açısından da.

İngilizce bilmeyenlerin bu videoyu ıskalamasını istemedim. O nedenle elimden geldiğince dr un anlattıklarını çevirdim.  Ancak yazılı bir metni çevirmek nispeten kolay sayılır da videoyu çevirmek biraz zorluyor. O nedenle cümle cümle bir çeviriden ziyade anlam çevirisi yapmaya çalıştım.


Pek çok hastanın sıklıkla başına gelen bir durum vardır. Doktora bir A4 kağıdını dolduracak kadar şikayetle gidersiniz. Olabildiğince sözel olarak da şikayetlerinizi dikkatlice ifade edersiniz. Doktor fiziksel muayeneye dahi gerek görmeyerek o konforlu koltuğundan kıpırdamaz, onca şikayetinize üç beş tahlil yazar (onu da en ilkel şekilde yazar mesela TSH ı ister serbest T3 ü T4 ü istemez...) ve sonuçları şöyle bir inceleyerek hiçbir sıkıntınız olmadığını, sorunlarınızın tamamen psikolojik olduğunu söyler. Bu tarz işgüzar doktorlar (işini hakkıyla yapanları elbette tenzih ederim) maalesef bu yaklaşımı bir de yakınınızın yanında yapar ki artık onların gözünde psikolojik rahatsız damgasını yemiştirsiniz. E geçmiş olsun o zaman... İşte bu tarz doktorlar izlese keşke bu Dr Gabor Mate yi. O zaman belki beden ve zihnin aslında bir bütün olduğunu, zaten birbirinden ayrılamayacağını anlarlar. Neyse, bu tarz yaklaşımdaki doktorlar bizi araştırmaya sevk etmeyecek kadar bilgili ve donanımlı olsaydı, ben de zaten şu an youtube dan doktor videosu izleyeceğime dizi izliyor olurdum.

Bahsettiğim video aşağıda; çeviri ise uzun mu uzun. Ben büyük bir hayranlıkla izledim ve sonrasında Dr un pek çok diğer videosunu kurcaladım. Umarım sizin için de öyle olur.Öyle ki bu kurcalama beni Jaqueline Du Pre ye kadar götürdü. Dr Gabor Mate in bu seminerinde ve diğer pek çok seminerinde bize anlattığı şeyin özeti: hayır diyemeyen, duygularını bastıran, aşırı nazik, kibar, işkolik, kendini erteleyen, içinde yalnız insanların hasta olma olasılıklarının duygularını ifade eden insanlara oranla çok çok fazla olduğu idi. Sen hayır diyemediğinde bedenin senin yerine hayır diyor. Buyrun izleyin okuyun.

BEDEN HAYIR DEDİĞİNDE 

-- BAŞKALARINA BAKARKEN KENDİMİZE BAKMAK -- 

DR. GABOR MATÉ

Bu kitap ve söyleşi aile doktoru olarak benim 20 yıllık çalışmalarıma dayanır. Bu 20 yılın 7 yılında Vancouver Hastanesinde Palyatif (hafifletici) bakım biriminde kanser, nörolojik hastalıklar vb gibi ölümcül hastaların bakımında bulundum ve bu yıllar içinde okulda dahi öğrenmediğim bir gerçeği öğrendim:  kimin hasta olacağı belli ve hiç kimse tesadüfi olarak hasta olmuyor. Kanser, MS, romatoid artrit, kronik astım, psöriasiz egzama, kolit, Chron’s hastalığı  gibi pek çok kronik hastalığın bir insana darbe indiren bazı talihsiz ve gizemli rastgele olaylar olduğunu düşünmeye eğilimliyiz. Sıklıkla bizler bunun sebebini bireylerin yaşam şekli ile açıklayabileceğimizi düşünürüz;  örneğin sigara içme ve onun akciğeri kanseri ile olan ilişkisi gibi. Fakat bundan başka biz bu hastalıkların ya gizemli ve açıklanamaz talihsizlikler olduğunu ya da insanların genlerinden kaynaklandığını düşünürüz. Ancak ben tersine kim hasta oluyorsa veya olmuyorsa bunun rastgele olmadığını anladım. Hasta olan insanlarda kesin ayırt edilebilir spesifik modeller (paternler) , spesifik kimi kişilik özellikleri ve davranışları, farkında olmadan ya da istemeden yapılan kimi davranışlar mevcuttur ve bunlar o insanlara hastalığı getiren esas şeylerdir. Bu onların hatası değildir ve birazdan göreceğiniz gibi ne yaptıklarını bilmiyorlar.

Bakıcılar hakkında konuştuğumuzdan size küçük bir gerçek söylememe müsaade edin ve dokuz-on yıl önce basılan kitabımdan bu yana aynı yönde beklemekte olan çok fazla kanıt var. Kanıtların bir kısmı bakıcılar hakkında. Kromozomlar hücrelerin çekirdeklerinin içinde yer alan DNA larımızın yerleştiği iplikçiklerdir. Bu kromozomlarımızın ucunda telomer adı verilen bir yapı vardır. Telomerler ayakkabı bağcığının ucundaki ipliklerin aşınmasını engellemek için kullanılan yapışkan gibidir Biz doğduğumuzda telomerlerimiz belirli bir uzunluktadır. Yaş aldıkça gittikçe kısalırlar. Ömrümüzün sonuna yaklaştıkça iyice sökülürler. Yani diğer bir ifadeyle bu kısalma yaşlanmanın bir göstergesidir. Kronik hastalığı olan çocuklarını bakan annelerin telomerlerine bakılmış ve 30-40 yaş aralığındaki bu kadınların telomerlerinin kronolojik yaşlarından 10 yıl daha yaşlı olduğu bulunmuştur. Diğer bir ifadeyle bakım verme esnasında oluşan kronik stres onları on yıl daha fazla yaşlandırmaktadır. Bu elbette ki çocuklarımıza ya da desteğimize ihtiyacı olan  diğer insanlara bakmamalıyız anlamına gelmiyor. Fakat nasıl baktığımız ve ne tür destekler aldığımız bizim sağlığımızda büyük farklılıklar yaratmaktadır. Bu sabah aslında benim bahsedeceğim konu da tam olarak bu. (Yeliz'in notu : Otizmli çocuğu olan anne ve babalar ; ALS, Alzheimer hastası annesi-babası olan çocuklar bu konuya özellikle dikkat)

Kronik hastalıklar ile ilişkili belirli paternler, davranış özellikleri, psikoloji olduğundan bahsettim. Tekrar belirteyim ki kronik hastalık dendiğinde ben hemen hemen her şeyi kastediyorum. Gördüğüm, teşhis ettiğim ya da en azından sizler için gazetelerden kırparak hazırladığım bu paternlerin neler olduğunu birazdan size okuyacağım. Ben bunları aktarırken benim önerim bu anlattıklarımı bir akademik alıştırma ya da başkasının hikayesi olarak görmeyip kendiniz ile bu patternlerin ilişkisini düşünün, kendinizde farkına varıp varmadığınızı düşünün.

İlk aktaracağım bir bayana ait. Genel maile bayanın kendisi tarafından gönderilmiştir. Adı Donna. Kadına göğüs kanseri teşhisi konuyor. Doktorunun adı Harold, eşinin adı Hy. Donna ikinci eşi. İlk eşi göğüs kanserinden ölmüş. Şimdi de Donna’da göğüs kanseri teşhis edilmiş ve Donna şöyle yazmış: “Dr. Harold bana kitlenin küçük olduğunu ve kesinlikle lenf nodüllerimde olmadığını söyledi. Diğer eşinde bulduklarında her tarafına yayılmış olduğunu ve benim ölmeyeceğimi söyledi. Fakat Ben eşim Hy için endişeleniyorum; onu desteklemek için güçlü olmak istiyorum.” Bayanın ölümcül olma potansiyeli taşıyan bir hastalık ile mücadele ederken ilk düşündüğü şey eşini duygusal olarak nasıl destekleyeceği. İşte kronik bir hastalık için büyük bir risk faktörü: Kendi büyük risk taşıyan durumunu hiçe sayarak başkasının ihtiyaçları için kompülsif ve otomatik endişe duymak.
Okuyacağım diğer tüm ölüm özgeçmişlerinin tamamı genel maillerimden. Ölüm özgeçmişleri aslında büyüleyicidir. Çünkü bize sadece ölen kişi hakkında bilgi vermez aynı zamanda toplumsal değerler ve diğer insanlar ve de ilk olarak onları neyin öldürdüğü hakkında bilgi verir. İyiler erken ölür sözünü duymuşsunuzdur. Evet öyle. Ve bunun nedenleri vardır. Bir de bu ölünün özgeçmişini dinleyin. Bu kişi Toronto’da 55 yaşında kanserden ölen bir doktor. Ben burada beklenenden erken ölenlerden bahsediyorum. Bu tür şeyler genelde güzel bir şeymiş gibi anlatılıyor: “Toronto Hasta Çocuklar Hastanesindeki çok sevdiği işini bir gün bile bırakmayı düşünmedi. Yıl boyu süren kanser savaşına rağmen görevlerini sürdürdü. Sadece ölmeden kısa bir süre önce kesti.” Şimdi bu durum hakkında bir düşünün. Size kanser tanısı konulsaydı ya da bir arkadaşınıza kanser tanısı konulsaydı ona hey arkadaşım yarın işine geri dön, aldığın kemoterapi, radyoterapi ve her neyse ona rağmen ölene kadar her gün çalış der misiniz?  Dolayısıyla kişinin kendi ihtiyaçlarından ziyade görev rolünü ve sorumlulukları bu kompulsif ve katı bir şekilde benimsemesi hastalık için temel risk faktörüdür.

Bir sonraki ölüm özgeçmişi bir koca tarafından 55 yaşında kanserden ölen karısı Naomi için yazılmış: “Bütün hayatı boyunca kimse ile kavga etmedi. Egosu yoktu, çevresiyle uyumluydu, mütevazi haldeydi.” Bakın hiçbir zaman kimseye kızmamış. Sağlıklı bir öfkeyi baskılamak, zapt etmek bir hastalık için büyük bir risk faktörüdür. Bu durum kesinlikle İmmun sistemi baskılar. Bunun gerekçelerini size konuşmamın ilerleyen kısımlarında anlatacağım. Temel olarak öfke ile baş etmenin üç yolu vardır. Ve maalesef  birincisi bu kadının yaptığı gibi öfkeyi zapt etmektir.  Bunlar her zaman hoş olarak tabir ettiğimiz insanlardır ve ben bu hoş insanlar için gerçekten üzülüyorum. İkinci yol ise ona tepki vermek ve öfke içine girmek de ayrıca sağlıksızdır. Birinci durumda İmmun sistem baskılanarak kronik hastalığa sebebiyet verirken ikinci durumdaki gibi sürekli yükselmek de kalp hastalıkları ve felç riskini arttırır. Çalışmalar göstermiştir ki öfke patlaması sonraki iki saat boyunca kalp krizi riski iki misli artar. Üçüncü yol olan öfkenin sağlıklı bir şekilde ifade edilmesi ya da öfkenin sağlıklı bir şekilde yönetilmesi pek çoğumuzun nasıl yapılacağını bilmediğimiz bir yoldur. Biz ya birini ya da diğerini yaparız. Sağlıklı öfke hakkında sonra sizinle konuşacağım fakat şu nettir ki öfke ile nasıl baş ettiğimizin sağlığımız üzerinde çok ciddi etkisi vardır. Bu ölüm özgeçmişinda adam karısı için egosu yoktur yazmış. Çevreyle uyumlu olduğundan, mütevaziliğinden bahsetmiş. Şimdi, benim eşimin adı Ray ve o bir sanatçı, burada gördüğünüz onun resimlerinden biri, detay renk şeması benim kitabım için kapak oldu. Ray a bazen diyorum ki 42 yıldır evliyiz niçin çevre ile uyumlu değilsin. J Kitabımı okudu ve kitapta bahsettiğim çalışmaları gördü. Dört ya da beş yıl önce büyük bir medikal konferansta sunulan bir çalışma vardı. 10 yıl boyunca 1.700 kadını izlemişler ve mutsuz bir şekilde evli olanlar ve duygularını bastıranlar yine mutsuz bir şekilde olup duygularını ifade edenlere göre ölüme 4 kat daha fazla yatkınlar. Dolayısıyla mesele mutlu ya da mutsuz evlilik değil mesele kişinin kendini ifade etmemesi.

Şimdi size bunlardan bir tane daha okuyacağım. Bu da Calgary de yaşayan 50 yaşlarının başında kanserden ölen bir anne. Çoklu görevlerde usta, birkaç hokey pratiği, okul orkestrası  ve diğer  dış etkinlikler gibi. 2005 haziran ayı bu üç çocuk annesine çok kötü haberler getirdi. Metastetik kanser olduğunu öğrendi. Ancak hasta mantosunu reddetti. Hayattaki hiçbir rolünden vazgeçmedi. Kemoterapi alırken bile sabah saat 5 teki bisiklet turlarına devam etti. Yaşam koçluğu eğitimlerine yazıldı ve Adler Okulundan mezun oldu ve kanserli hasta kadınlar için grup kurdu. Kronik hastalığı olan insanlar için oldukça tipik bir durum.

Son olarak yine kanserden ölen bir doktor. Ölüm özgeçmişini okuyunca nasıl kendine zarar verdiğini görüyoruz fakat bunun ne kişinin kendisi ne de özgeçmişi yazan bilebiliyor. Sidney ve annesi çok harika ve özel bir ilişkiye sahipti. Annesinin ölümüne dek hayatının her basamağında aralarında belirgin bir bağ vardı. Evli ve çocuklu adam olduğu için her gün ailesi ile akşam yemeği yiyordu. Karısı Rosyln ve 4 çocuğu evde yemek için onu bekliyordu. Hayal kırıklığına uğratmamak için annesiyle de ikinci bir akşam yemeği yiyordu. Yıllar boyunca hayatında iki akşam yemeği oldu ta ki kilo alımına bağlı şüpheler gelişene dek. Bu zavallı adam herkesin kendini nasıl hissettiği ile ilgili olarak sorumluluğu olduğunu düşünerek ve hiç kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemediği için acı çekmiş. Annesine çıkıp anne benim dört çocuğum var ve akşamları onlarla yemek yiyorum diyememiş. Ya da karısına Rosyln annemin benim desteğime ihtiyacı var ve ona ne kadar düşkün olduğumu bilirsin o nedenle haftada bir iki onunla yemek yiyeceğim diyememiş. Her seferinde herkesi mutlu etmeye uğraşmış. İŞTE HERKESİ SÜREKLİ MUTLU ETMEYE UĞRAŞMAK SİZİ ÖLDÜRÜR. Ve diğer size az önce gösterdiğim sebepler.

Bunlar psikolojik sebepler değil fizyolojik sebepler. Vücutla, İmmun sistemle ilişkili. Zihni bedenden ayıramazsın. Benim uzmanlığımla ilgili problem şu ki medikal uzmanlık zihin ile bedeni birbirinden ayrı tutuyor. Biz duygusal hayatların fiziksel hayatlardan ayrı olduğunu düşünüyoruz. Tamamen yanlış bir varsayım. Herhangi bir otoimmün hastalık ile mesela romatoid artrit şikayetiniz ile doktora gittiğinizde doktor size hiç çocukluğunuzu sordu mu ya da herhangi biri hayatınızdaki stresler, evliliğiniz veya iş hayatınız ya da kendinize bakıp bakamadığınız hakkında soru sordu mu? Hiç sanmam. Onların yaptıkları bu otoimmün bir hastalık ve neden olduğu hakkında bir fikrimiz yok ve işte haplar burada şeklinde cevap veriyorlar. Yani onlar size inflamasyonu baskılamak için ilaç verecekler ya da otoimmün hastalık bağışıklık sistemine saldırdığı için bağışıklık sistemini baskılayacak ilaç verecekler. Size kortizon veya benzeri steroid verecekler. İşte batı tıbbının yaptığı bu hastalığın başlamasında etkisi olabilecek yaşamsal etkenler hakkında hasta ile konuşmazlar.
Ben size şunu garanti ederim ki burada bulunup kronik hastalığı olan dinleyiciler şu an kendi hastalığının nedeni hakkında bir fikre varabilmiştir. Çin, Hindistan ve geleneksel tıbbın aksine batı tıbbı sadece vücudu iyileştirmeye çalışıyor. Zihinsel bir hastalık olduğunda da yine zihin ve bedeni birbirinden ayırıyor. Yaşadıkları çevreden ayırıyor. Çünkü bizler çevre ile şekilleniriz. İnsanları çevreden niçin ayıramayacağınız ile ilgili size üç tane örnek vereceğim. Örneğin çalışmalar ile gösterilmiş ki ailesi stresli olan çocuklar astıma daha yatkınlar. Pek çok çalışma bunu gösteriyor. Daha fazla astımın olduğu havası kirli yerlerde ailesi stres altında olan çocuklar astıma daha yatkınlar. Çoğu doktor bunun hakkında hiçbir şey duymamıştır bile. Eğer duymuş olsalardı bunu da açıklayamazlardı. Bu durum astımı olanları gördüğünüzde sizin için çok açık olacak. Astımı olanlara iki tip inhaler ilaç verilir. Muhtemelen bir tanesi ventolin denen inhaler olup onun görevi hava yolunu açmaktır çünkü astımda havayolunu çevreleyen kaslarda spazm olur, ciğere hava taşıyan tüpler daralır, hırıltılı nefes yaşanır. Diğer alınan inhaler bir steroid olup amacı inflamasyonu, şişkinliği ve hava yolunu kalabalıklaştıran iltihaplı enkazı baskılamaktır. Yani böylece iki inhaleriniz olur. Şimdi bu inhalerların temeli nedir? Hava yolunu açan inhaler ADRENALİN in kopyasıdır. İnflamasyonu baskılayan inhaler ise KORTİZOL ün kopyasıdır. Peki adrenalin ve kortizol nedir? Onlar STRES hormonudur. Yani astımı olan insanlara kendi adrenal bezlerimizden yapılan stres hormonlarının aynısını veriyoruz. Kendi stres mekanizmaları tükenmiş olduğu için  onlara dışarıdan stres hormonu vermemiz gerekir. Benzer şekilde artrit veya lupus olduğunda size ne verirler ; kortizol, stres hormonu. Kendimize biz insanları neden stres hormonları ile tedavi ediyoruz diye sormamız gerekmez mi? Onların hastalıkları ile stres arasında bir bağ olabilir mi? Şimdi ailesi stresli olan çocukların neden astım olduğu daha açıktır. Ailedeki stres çocuğun fizyolojisini programlar. Çünkü bireyi çevresinden ayıramazsınız. Ve bu bizim bütün yaşamımız için doğrudur.

Avustralya’da göğsünde kitle olan ve biopsiyi gerektirecek endişeleri bulunan 550 kadın üzerinde yapılan bir çalışma var. Bu çalışmada biopsi sonuçları gelmeden önce bu kişilere ayrıca psikolojik anket de uygulanmış. Sonuçlar geldikten sonra görüldü ki eğer bir kadının yaşamında kitlenin sonucundan önce önemli bir stres yaşatacak hadise olduysa bu kitlenin kanser olup olmaması üzerinde sıfır etkisi vardı. Benzer şekilde eğer bir kadın duygusal olarak yalnızsa bunun da aynı zamanda kitlenin kanserli olması üzerinde sıfır etkisi var. Eğer bir kadın duygusal olarak yalnızsa ve büyük bir strese maruz kalmışsa bu kitlenin kanser olma riski ortalamadan 9 kat fazladır. Bunu çalışmayı yürüten medikal doktor da anlayamıyor çünkü sıfır ve sıfır olan bölümler 9 a zıpladı. Görüyorsunuz işte, çünkü biz bireyler ve çevre arasındaki ilişkiyi anlamıyoruz.

Mesela ben şimdi burada size fiziksel veya duygusal stres uygulasam üç sağlıklı seçeneğiniz var. Buna gelmeden önce, ben size stres uygulasam siz bunu sadece kafanızda hissetmezsiniz. Bunu tüm vücudunuzda hissedersiniz. Kalp atışınız artar, sinir sisteminiz iletileri hızlandırır, adrenal bezleriniz adrenalin ve kortizol salgılar ve böylece siz ya kaçar ya da savaşırsınız. Bunlar ya kaç ya savaş hormonlarıdır. Böylece vücudunuz saniyeler içinde kaçmanız veya savaşmanız için fizyolojik olarak başka bir durumda olacaktır. Bu güzeldir. Kısa süre içinde stres hormonları size savaşmanız veya kaçmanız için yardımcı olur fakat uzun süreçte onlar ne yapar? Uzun dönemde stres hormonları vücudunuzu bitirir. İmmun sisteminizi baskılar, kan basıncınızı yükseltir, kalp hastalığı yapar, kemiklerinizi inceltir. Bir şey sizi strese sokarsa ne olur? Dengeniz bozulur ve vücudunuz alt üst olur fakat güvendiğiniz bir arkadaşınız gelse hey dostum seni çok iyi görmedim dese elini omzunuza koysa ve bunun hakkında konuşmak ister misin dese sizin vücudunuza neler olur dersiniz? Rahat bir nefes alırsınız ve vücudunuz gevşer, beyninize oksijen gider daha berrak düşünmeye başlarsınız, kalp atışlarınız yavaşlar kan basıncınız azalır, siteminizdeki stres hormonları yatışır ve sağlıklı bir dengeye kavuşursunuz. Ve bütün bunlar bir dostunuz size konuşmak ister misin dediği için olur. İşte az önce bahsedilen bu duygusal olarak yalnız olan strese maruz kalan kadınların sistemlerini stres hormonu aylar boyunca etkiliyor. Kansere bu şekilde meyilli olmalarının sebebi de budur. Bu gerçekten dosdoğrudur. Özetle bir bireyin fizyolojisi onun psikolojik ve sosyal çevresinden ayrı düşünülemez.

Büyük medikal bir dergide bahsedilen bir çalışmada hayatın sonlarındaki yaşlı çiftler arasında eğer bir tanesi hastaneye yatırıldı ise diğerine ne olmasını beklersiniz? Onlar da hasta olur diğer bir deyişle hastalık riski diğerine de geçer. Çünkü onların bağışıklık sistemi psikolojik duygusal sosyal ilişkilerinden izole edilmemiştir. Zihni bedenden ayıramayız. Bireyi de çevresinden ayıramayız. Birkaç dakika içinde bunun nasıl çalıştığını size anlatacağım fakat önce bunu size ilgilendiğim bir hastalık ile ilişkilendirerek anlatacağım. Çünkü medikal tıp yine diyor ki bunun sebebini bilmiyoruz ve ben yine doğru şekilde bakmadığımızı düşünüyorum. Seyrek görülen bir hastalık var ALS Amyotrophic lateral sclerosis, sinir sisteminin bozulduğu bir durum. Sizi çok hızlı bir şekilde tamamen paralize (tutuk-kötürüm) olmuş bir hale sokacak bir hastalık. Zihniniz tamdır fakat bedeniniz tutuktur bu hastalıkta. Sonunda nefes alamaz duruma gelerek solunum yetmezliği vb sebep ile ölümler yaşanabilir. Şu anda tıbbi intihar isteyen ALS'li biriyle ilgili bir mahkeme vakası var ve aynı şeyi isteyen Victoria'daki Sue Rodriguez'i hatırlıyorum. Rodriguez in talebi yargıtayda reddedildi. ALS çok amansız bir hastalık ve korkunç bir prognoz (hastalık seyri) yaşanır. Bunu taşıyan çoğu kimse birkaç yıl içerisinde ölür. Bundan başka, sağlıklı insanları vurur. Yaklaşık 12 yıl önce bir bayan, psikolog arkadaşım Dr Gordon Neufeld in referansı ile bana ikinci bir seçenek olarak geldi. Onun hikayesi şöyleydi Britanya Kolombiyasında ve aslında dünyada işinde uzman bir hekim tarafından ALS tanısı konuyor fakat bayan teşhisi kabul etmiyor, etmek istemiyor. ALS olduğunda hayatında stres olduğundan bahsediyor. Bayan, Britanya Kolombiyası Lower Mainland da bir öğretmen ve bir ilkokulda müdür yardımcısı. Derste birden kalem tutamadığını fark ediyor yani eli beyninin talimatlarına uymuyor. Ayrıca yürümede zorluk çekmeye başlıyor. Başınıza böyle bişi gelse çok acil olarak tıbbi bir çare arayacağınızı düşünürsünüz. Fakat o böyle yapmadı. Aylar boyunca sabah 5:30 da kalkmaya devam etti, parmakları zorlansa da yavaş yavaş üstünü giyindi, okula kadar araç kullandı, 7:30 da zorlanarak okula yürüdü, bileğini sıkarak tebeşiri yerleştirdi ve öğrencilere günlük dersini anlattı. Sonra evine gitti geç saate kadar oturup ertesi günün dersine çalıştı. Her şey onun için oldukça yavaştı. Ertesi sabah yine 5:30 da kalktı ve hiç yürüyemeyene dek bunu yapmaya devam etti. Bu şekilde davranan bir tek o mudur? Elbette değildir. ALS hastalığı olan herkesin aynı kişilik özelliği olduğunu gördüm. Hem de hiçbir istisna olmadan. Bu kitabı yazarken aynı zamanda tıp literatürünü de taradım; ALS hastaları hakkında Yale Üniversitesi Tıp Fakültesinde  iki psikiyatrist tarafından 1970 de yapılmış bir çalışma vardı. Bu hastalar sürekli olarak onlarla temas eden tüm personelin hayranlığını ve saygısını uyandırmıştır. Yardım istemekten kaçınan bir karakterleri vardır. Korku, kaygı ve üzüntüsünü bir alışkanlık olarak inkar ediyorlar. Yani olumsuz duygularını ifade etmiyorlar. Bazıları bozulmalarını giderek azar azar anlattılar ya da gülümseyerek ifade ediyorlardı. 1930 larda büyük bir beyzbol oyuncusu Lou Gehrig in biyografisini incelediğimde, zaten ALS Kuzey Amerika’da Lou Gehrig hastalığı olarak adlandırılır, hala daha 80 yıldır zor kırılan pek çok rekor kırdığını gördüm. Ardışık oynadığı pek çok oyunu hiç kaybetmedi. Hiçbir oyun kaybetmedi ve demir at unvanını aldı. Biografisini okumadan önce bunları bilmiyordum. Sadece ALS den öldüğünü biliyordum. Hadi ona bir neler olduğuna bakalım. Grip nezle gibi hiç hasta olmadı hiç oyun kaybetmedi, demir at unvanını aldı, atlet olarak bir defasında sakatlandı, ellerinden röntgen çekildi ve parmaklarının 17 defa birbirinden ayrı zamanlarda kırıldığı ortaya çıktı. Bu kırılmalar olmasına rağmen her seferinde oynamaya devam etti. Takım arkadaşları onu topu tuttuğunda acıdan çıldırmış maymun gibi yüzünü buruşturduğunu söylerler ancak Lou Gehrig buna rağmen hiçbir oyunu kaybetmedi. İlginç şekilde, genç çaylak bir takım arkadaşı grip olduğunda ve oynayamadığında yöneticileri bu durumdan hoşlanmadı ve Gehrig bu duruma müdahale ederek o hasta oynayamaz siz neden bahsediyorsunuz şeklinde tepki gösterdi. Çaylak oyuncuyu aldı kendi evine götürdü, annesiyle yaşıyordu, Lou oturma odasında kanepede uyudu, çaylak Lou nun yatağında ve annesi ona baktı ve Lou daha fazla yürüyemediği ana dek asla bir oyunu kaybetmedi. İşte ALS hastası olan herkesteki tipik durum budur.

Biz hastalarımızı kendi hastalıklarına sebep oldukları için suçluyor muyuz? Yo hayır suçlamıyoruz. Çünkü bu kasıtlı yapılan bir şey değil. Bunlar bilinç dışı paternler. Size kendi kişisel yaşamımdan bir örnek vereyim. Ben 54 yaşındaydım annem de 78 yaşlarındaydı. O bir bakım evindeydi. Çünkü kas distrofisi adı verilen genetik bir hastalığı vardı ve yürüyemiyordu, kollarını çok hareket ettiriyordu. 82 yaşında öldü. O zamanlar duldu ve bakım evinde olmak zorundaydı. Bir öğleden sonra bakım evine onu ziyaret için gittim ve bakım evinin koridorunda yürüdükçe hafif aksama vardı ama oldukça hafif. Bu aksamanın olmasının sebebi, o sabah artroskopik ameliyat geçirmemdi. Beton zemin üzerinde jogging yapmaktan dolayı yırtılmış bir kıkırdak parçasını kestirdim, tıp fakültesinde ağrı ve doku hasarı dersini kaçırmış olsam gerek ki beton üzerinde jogging yapmanın dokuya zarar vereceğine dikkat etmemişim. Annemin odasına girdiğimde odanın kapısını açtım ve benim aksamam kesildi ve annemin odasında mükemmel derecede normal yürüdüm. Onu ziyaret ettim, memnun oldu. Ziyareti bitirip kapıdan dışarı çıktığımda aksamam yeniden başladı. Şimdi soruyorum ne yaptığım hakkında ne düşünüyorsunuz? (Ziyaretçilerden biri) Onu üzmemek için dikkatli oluyordun. Şimdi annem hakkında bazı şeylerden bahsedeceğim. 78 yaşındaydı, 2. Dünya savaşından sağ kurtuldu, Nazi soykırımından sağ kurtuldu, Auschwitz de ailesi öldü, 1956 daki Macar Devrimi komünist diktasından sağ kurtuldu, iki genç erkek çocuğu ve babamla Kanada’ya göç etti, 39 yaşında Kanada’da çocuk dünyaya getirdi, yeni ülkede bir mültecinin yaşayabileceklerini tecrübe etti. Sence zihinsel ve duygusal olarak çok güçlü olan bu insan etkilenir miydi? Orta yaştaki oğlunun öğleden sonra geçirdiği atroskopik ameliyatının onu biraz dertte bıraktığını düşünür müydü? Bunun hakkında düşünerek aksaklığımı bastırmadım, bu düşünmeden oldu. Bu benim hayatımın ilk yıllarına dayanır. Anlatayım. Alman ordusu Budapeşte'ye yürüdüğünde ben iki aylıkken annem çocuk doktorunu arayıp  Gabor'u görmeye gelip gelemeyeceğini sordu. İstiladan sonraki gün çok ağladığımı söylemiş ve çocuk doktoru da tabii ki geleceğim demiş ama sana tüm Yahudi bebeklerinin de ağladığını söylemeliyim diye cevap vermiş. Bunun hakkında ne düşünürsünüz? İki aylıkken ben Naziler, Hitler ya da Soykırım hakkında ne bilebilirdim? Neye tepki gösterdim? Annemin stresine. Bebekler annelerinin stresini toplarlar ve bebekler çok çabuk öğrenirler, eğer anne çok stresliyse, ona daha fazla stres katıyorsam, onunla ilişkimi tehdit edebilirim. Çünkü o daha da mutsuz olacak diye düşünür. O zaman bebek annesi ile ilişkilerini korumak için kendi acılarını bastırmayı öğrenir.  Anne bebeğine böyle bir mesaj vermeyi istemez, bunu  otomatik ve bilinçsizce yapıyoruz. İşte böyle çalışır. Bunlar hafızaya dönüşür. Bu anılar çağırmadan gelir. Ben de bu anıları çağırmadım fakat bu kayıtlar bedenimde var. Bedenimizin bir hafızası var ve bedenle çalışan arkadaşlarım beden anılarını rahatlıkla insanların duruşundan, bedenlerini tutuşundan görürler veya yürüme şekillerinden anlarlar. Benim demek istediğim bu kayıtları bedenimizde tutuyoruz ve bunların farkında değiliz. Bilinçli bir hatırlama söz konusu değil. Dolayısıyla benim topallamamı bastırmam bir beden hafızası idi.
Yani ALS li az önce bahsettiğimiz öğretmene gelelim, o  kadın bir üvey evlat. Evlat edinildikten sonra annesi hamile kalmış ve biyolojik çocuk annenin merkezinde olmuş. Üvey evlat bunu küçük yaşta fark etmiş ve biyolojik çocuk gibi sevilip kabullenilmediğini veya taktir edilmediğini anlamış. Bu nedenle kendini sevilebilir yapmak için hep çok uğraşmış, bunu yaparken hep kendi hislerini isteklerini bastırmış, kendi ihtiyaçlarını yoksaymış. Tamamen farkında olmadan, bilinçdışı. Bunlar onun küçük bir çocuk olduğu andan itibaren kopyalanan paternleri.

Gelelim Lou Gehrige. Babası alkolik ve alkol olan bir evde büyüyen bu çocuk için roller değişmiş. Çocuk olmasına rağmen babaya bakıcı olmuş. Bazen duygusal bazen de fiziksel olarak ve bir süre sonra bu sizin kişiliğiniz oluyor. Hayatınızı nasıl yaşayacağınızı bilemiyorsunuz çünkü yetişkinler çocuk gibi oluyor. Ve paternler böyle oluşuyor. Burada kimse suçlu değil.

Peki gelelim, neden bu paternler hastalığa dönüşüyor? Çünkü geleneksel tıbbın kabul ettiği gibi ve batı tıbbının da kabul etmek durumunda kalacağı gibi  zihin ve beden ayrılamaz. Bu nedenle vücuttaki önemli sistemlere bakarsanız beyin ile tamamen bağlantılı olduğunu görürsünüz. Dolayısıyla beyindeki duygusal merkezler bağışıklık sistemi ile, hormonal sistem ile ve sinir sistemi ile ilişki içerisindedir. Beyninizdeki duygu ile ilgili merkezlerin oynaması gereken büyük bir rol vardır: sizi canlı tutmak. Yeni doğan bir çocuğun en temel ihtiyacı nedir? Duygusal olarak konuşmak ve tabi ki fiziksel olarak konuşmaktır. Bu yetişkinler ile bir bağdır. Bu bağ olmadan bizler hayatta kalamayız. Bunu aynı zamanda yavru kuşlarda ve benzeri yavru memeli hayvanlarda da görebilirsiniz. Fakat özellikle insanlarda bu durum böyledir çünkü bizler uzun bir zaman boyunca dünya üzerindeki canlıların en az gelişmişi, en alt seviyede olgunlaşmışı ve çaresiziydik. Özellikle ADHD hakkındaki söyleşilerimde bu konuya oldukça fazla değinirim. Bu şu anlama gelir, bizim beyinlerimiz bağlanmak için kuruludur. Büyük merkezleri bağlamaya mecburuz ve beyinlerimiz bağlanma yolu ile ilişkilerimizi sürdürmeye adanmıştır. Bu bizim en büyük ihtiyacımızdır. Beyindeki bu duygu merkezleri sinir sistemi ile bağlantılıdır. Çünkü sinir sistemi bizi ilgi ihtiyacımız karşılanmadığında uyarır ve biz ağlarız. Sonra strese gireriz. Bu hormonal sistemdir. Ve bütün bu etkiler bağışıklığı etkiler. Beyindeki bütün bu sinir sistemi, hormonal mekanizmalar, bağışıklık sistemi ve duygu merkezleri birbirine sinir sistemi ile bağlıdır. Bu anlatımdan siz büyük bir şekilde fiber bağların bütün hepsinin sinir sistemine bağladığını düşünebilirsiniz. Bu nedenle bu sistemlerden birini etkileyecek bir şey olduğunda diğer tarafı da etkileyecektir. Beyinden elektrik fiberleri, sinir fiberleri kırmızı kan hücrelerinin depolandığı dalağa ya da kırmızı kan hücrelerinin üretildiği kemik iliğine veya boynumuzdaki timüs bezine ya da bağışıklık hücrelerine gider ve sonra beyne geri gider. Dolayısıyla sistemlerimiz arasında her saniye her milisaniye 7x24 akan sabit bir sinirsel iletişim vardır. Bu iletişimin birincil şeklidir. İletişimin bir diğer şekli ise her sistemin dolaşıma salgıladığı ve daha sonra diğer bir organa giden kimyasal haberciler yardımıyla gerçekleşir. Böylece beyin vücutta neler olup bittiğini okur. Vücut da beyin de neler olup bittiğini okur. Dolaşım sistemimizdeki bağışıklık hücreleri beynin üretebildiği her hormonu üretir. Dolaşım sisteminizdeki bağışıklık hücreleri beyin ile konuşur ve aynı zamanda beyni dinler. İşte bu da ikincil iletişimdir. Üçüncü iletişim ise beyin ve bağırsak sistemi arasındaki iletişimdir. Şimdi size bir soru soracağım , eğer biraz sonra bahsedeceğim gibi bir deneyiminiz var ise lütfen elinizi kaldırın. Herhangi bir şey hakkında çok güçlü bağırsak hissiyatınızın olduğu ve onu önemsemediğiniz ve sonrasında üzüldüğünüz bir deneyiminiz olduysa lütfen elinizi kaldırın. Hemen hemen buradaki herkes. Peki neden bu böyledir? Çünkü bağırsak beyinden daha güçlüdür fakat daha zekidir. Beyinden  değil de zekadan. Akıl söylemek istediğim. Çok basit çünkü bağırsak beyne bağlıdır. Aslında bağırsak beyne beyin de bağırsağa pek çok ileti gönderir. Bağırsak beyinden mesaj aldığında onu okur ve onları büyütür ve tekrar beyne yollar. Böylece bağırsak hissiyatı size büyük resmi söyler. Sizin düşünceleriniz size sadece resmin küçük bir bölümünü söyler. Beynin dil özelliklerinin yönetildiği kısımda inme (felç) yaşayan insanlar, konuşmaları anlayabilen normal bir insana göre bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini daha iyi anlayabilir. Neden olduğunu zannediyorsunuz? Çünkü onlar sözcükleri anlamadıkları için karşıdaki kişinin vücut dilini, yüz ifadesini, çelişkili ağız ve göz hareketlerini  okuyan bağırsak hissiyatlarına sahiptirler ve ona dikkatlerini verirler. Hiç CBC de meclis tartışması izlediniz mi. Ayağa kalkıp ağızlarıyla gülüp alkışlarlar ama gözleri gülmez. Bunu izlemek size rahatsızlık verir. Bağırsak hissiyatı olan herhangi biri TV yi kapatır. Ayrıca bağırsak hisleriyle okuyabilen ve ona göre tepki veren büyük bir insan grubu daha vardır. Elbette ki çocuklar. Küçük çocuklar genç bebekler. Sözcükleri anlamazlar hatta dinlemezler. Fakat emin ve sezgisel olarak bağırsak hislerine reaksiyon gösterirler. Tahmin edin neden? Az önce elinizi kaldırdığınızda ve geçmişinizde görmezden geldiğiniz güçlü bağırsak hissiyatınızdan ziyade zekanıza inandığınız olayı anlattığınızda çocukluğunuzu anlatırsınız. Anne karnından bağırsak hissiyatı ile doğarsınız ve tamamen bağlıdır. Fakat bir noktada size bir şey olur ve hayatta kalmak ve kabul görmek için bağırsak hissiyatını bastırmanız gerektiğini öğrenirsiniz. Nasıl çalıştığına bakalım. Çocukların iki temel ihtiyacı vardır. Ne kadar olgunlaşmadıysak ilk ihtiyaç o kadar önemlidir. Birincisi bağdır. Bakım almak için bir başka insan ile olan bağ, ilişki. Bu küçük bir çocuğun kesin ihtiyacıdır. Bu olmadan hayatta kalamaz. Diğer bir ihtiyacı ise sahih/özgün (authentic) olmaktır. Sahih/özgün  (Authentic) demek kim olduğumuzu bilmek, ne hissettiğimizi ifade edebilmek, davranışlarımızla bunu sunabilmek demektir. Dolayısıyla bağlanma ihtiyacımız ve sahihlik ihtiyacımız vardır. Peki  bağlanmak için sahihlik ihtiyacımızı bastırırsak ne olur. Çünkü ailelerimiz bizim olduğumuz kişi ile baş edemiyorsa ya da iki yaşındaki öfkemizle baş edemiyorsa, ihtiyaçlarımızı ifade şekillerimizle baş edemiyorsa çünkü onlar çok stresliyse, çok ihtiyaç içerisindelerse, tıpkı az önce bahsettiğim benim annem gibi, İşte o zaman biz olduğumuz kişiyi bastırırız. Böylece bağırsak hislerimizi bastırırız. Çünkü onları ifade etmemiz bize bakan insanlar ile çatışma yaşamamıza neden olur. Dolayısıyla bizim bağlarımızı tehdit eder. Dolayısıyla yetişkin olarak bizim problemimiz hala daha bizim pek çok davranışımız bağlanmaya olan ihtiyacımızdan ileri gelir. Hala daha bağlanma ihtiyacı olan küçük bir çocuk gibi hareket ederiz. Beğenilme ihtiyacı duyarız kabul edilme onaylanma ihtiyacı duyarız ve BİZİ BU İNSANLAR HASTA YAPAR. Şimdiye kadar benim de bilmediğim ancak var olan dördüncü iletişim beyin kalp iletişimi. Kalbin, kalbi saran  lifli bir membran olan pericard tabakasında kendi sinir sistemi, sinir ağı  vardır. Dolayısıyla duygusal olan her şey ve hayatımızı yaşayış şeklimiz fizyolojimiz üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Çünkü bu sistemler ayrı değildir. Tamamı tek bir sistemdir. Öfkenin bastırılmasının immun sistemi nasıl baskıladığına bakalım. Şimdi bana bir gönüllü lazım ve bu gönüllü için iki şey vaat ediyorum. Bunlardan bir tanesi  bir dakika için kendini huzursuz hissedecek diğeri de kendiniz hakkında bir şey öğreneceksiniz. Evet şimdi kim gönüllü olmayı düşünür? (Dr. Gabor Mate bir gönüllü seçer). Gönüllünün adı Lorraine. Gönüllü olmanın kuralı şu: bu senin hayatının metaforu ya da sunumu, sen bu sandalyede oturuyorsun, o nedenle bu sandalyeyi terk edemezsin; tamam mı? Yani ne olursa olsun olduğun yerde durman lazım. Onun haricinde ne yapmak istersen yapabilirsin. Anladın değil mi?  Lorraine sana şunu soracağım:  ben burada uzaktan ders anlatırken sen olduğun yerde iyi misin? İyi olduğunu belirtir. Dr Gabor Mate daha da yaklaşır ve yine sorar hala iyi hissediyor musun diye. Evet diye cevaplar. Ardından çok yakınına gider ve tekrar nasıl hissettiğini sorar. Lorraine rahatsız hissetmektedir. Onu uzaklaştırmak ister ve onu uzaklaştırmak istemesinin sebebi öfkedir. Bu sağlıklı öfkedir. Sağlıklı öfke sizin sınırlarınızı savunmanızdan başka bir şey değildir. Lorraine bir süre sonra bana sen benim alanımdasın uzaklaş diyecekti. Eğer farklı bir ilişkimiz olsaydı , çocuğu partneri gibi onun hayatından birisi olsaydım,  ona  yaklaşmamdan hoşnut olacaktı. Diğer bir ifadeyle sağlıklı ve besleyici şeyleri çekeriz; tehlikeli ve hoşlanmadığımız şeyleri dışarda tutmak isteriz. Temel olarak duygularımızın görevi budur. Peki şimdi immun sistemin görevi nedir? İmmun sistemin görevi de sağlıksız olanları uzak tutmak-, bakteri veya kanser hücresi gibi- ve sağlıklı olana izin vermektir. Vitaminler, besleyici gıdalar gibi. İMMUN SİSTEM DUYGULARIMIZ NE YAPIYORSA AYNISINI YAPIYOR. Bizi koruyor ve içeriye ihtiyacımız olan şeylerin girmesini sağlıyor. Yani şu çok aşikar ki birini baskıladığında diğerini de baskılamış oluyorsun. YANİ DOLAYISIYLA İNSANLAR ÖFKELERİNİ BASTIRIRSA İMMUN SİSTEMLERİNİ DE BASKILAMIŞ OLURLAR.  Duygular karmaşıklaştığı için İmmun sistem karmaşıklaşır. Bizim aleyhimize döner ve OTOİMMÜN DENİLEN HASTALIK ORTAYA ÇIKAR. İmmun sistem kişinin kendi vücuduna atakta bulunur. İhtiyacınız olduğunda nasıl hayır diyeceğinizi bilmiyorsanız, bunu sonunda sizin vücudunuz hastalık olarak söylemektedir. O kadar kronik hastalığın varlığı bunu yapmadığınızı söyleyen vücudu temsil eder. Aslında bu durum senin suçun değil. Konuyla ilgili herhangi bir seçim yapmadan önce nasıl programladığınızla ilgili. Bu yüzden yine de bir suçlama ya da kendini suçlama meselesi haline dönüşmemeli. Ama bu hastalığı önlemek için ya da  bir hastalığınız varsa daha etkin bir şekilde mücadele etmek için, kim olduğunuzu öğrenmeniz  ve hayır diyebilmeniz anlamına gelir. Bu bazen zor olabilir çünkü hayatınızdaki insanlar sizin her zaman  evet dediğinizi duydukları için kabullenmekte zorluk çekeceklerdir. Aniden "yok hayır" demeye başlarsan, bazıları senden hoşlanmayabilir. Hayır dediğin zaman neler olacak; şöyle ki arkadaşlarının kim olduğunu öğreneceksin. Gerçek dostların sonunda hayır diyebildiğin için memnun olduklarını söyleyecekler. Bu şekilde hayır demek sizin bağlı olduklarınızı sorgulamanıza yarayacak. Böylece bağlı olduklarınızdan çok daha önemli olduğunuzu öğreneceksiniz. Bu siz bir çocukken doğru değildir ama siz bir yetişkin olduğunuzda doğrusu budur.


Bir hikaye ile bitireceğim ve sonrasında soruları alacağım ve sizin için bir çift alıştırmam olacak. Gilda Radner adlı komedyeni Saturday Night Live adlı programdan hatırlarsınız. Kendisi yumurtalık kanserinden öldü. Onun hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama biyografisini okudum. Çünkü aynı hikayenin aynı paternin onda da olduğunu düşündüm ve merak ettim. Gilda Radner çok mutsuz bir çocukmuş ve çocukken aşırı kiloluymuş. Yetişkin olduğunda zayıflıyor çünkü bulimia yaşıyor. Yani bir yıldız olduğu tüm o zamanlar bulimik. Tipik olarak bu durumu annesine söylemiyor. Annesi de kızının ölümüne kadar bulimik olduğunu bilmiyor. Neden; çünkü hala annesini koruyor. Tıpkı benim aksayan bacağımı baskıladığım gibi. 12 yaşındayken babası ölüyor. Hiçbir zaman bunun üstesinden gelemiyor. Her zaman kendini baskılayarak erkeğin kafasındaki imaja uymasını gerektirecek erkekler ile ilişki içine girmiş. Annesiyle yakın ilişki kurmasının tek yolu da onu güldürmek ve böylece komedyen oluyor. Tıpkı pek çok diğer komedyen gibi. Sonrasında yumurtalık kanserine yakalanıyor. Yumurtalık kanserinin fiziksel belirtileri ortaya çıkmasına rağmen kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade diğer insanların ihtiyaçları ile ilgileniyor. Yumurtalık kanserinin bağırsak blokajı gibi fiziksel belirtileri ortaya çıkmasına rağmen kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade diğer insanların ihtiyaçları ile ilgileniyor. İkilemler yaşıyor. Magnezyum sitrat mı almalıyım kahve enema mı yapmalıyım ikisini bir mi uygulamalıyım. Abdominal masaj mı yapmalıyım kolon terapisi mi olmalıyım. Batı tıbbına mı uymalı doğu tıbbını mı izlemeliyim gibi ikilemler. Başarılı olduktan sonra Gilda yumurtalık kanseri konusunda Life dergisinde kapak oldu. Pek çok kişiye ilham verdi. Fakat bu iyileşme kısa sürdü. Çocukken geliştirdiği role yeniden sıkı sıkıya sarılıyor ve soğuk aldığı ve diğerlerini hayal kırıklığına uğrattığı için kendini azarlıyor. Ben sağlık sözcüsü olmalıydım ve iyileşmenin sembolü olmalıydım diye düşünüyor.  Sadece ölmesine yakın bir zamanda dünyanın annesi olamayacağını öğrendi. Kanserli bütün kadınlara yardım edemeyeceğini, gelen bütün mektupları okuyamayacağını anladı. Kendime dikkat etmem lazım herkes için üzülüp ağlayamam. Kendine dikkat etmen gerektiğini aksi taktirde kimseye bir yardımının dokunamayacağını anladı. Bu başkalarına yardım etmeyelim anlamına gelmez; aksine bizi insan yapan özelliktir bu. Ancak bunu yaparken yardım istemeli ve nefes almalısınız. Nasıl hissettiğinizi ifade etmelisiniz. Sadece size ait zamanlarınız olmalı. Bu bencillik veya ilgisizlik değildir.


💕Bu videoyu Lyme sayesinde tanıştığım sevgili Tuğba benimle paylaştı ve buradan da ona kocaman sevgilerimi yolluyorum.
🔔Bu arada güzel bir haber; Dr Gabor Mate 'in kitabının Türkçeye çevrildiğini de öğrendim ve sipariş verdim. Okumak için sabırsızlanıyorum. Hem idefix hem kitapyurdunda mevcut.

Sevgiler, sağlıkla kalın 


Güncelleme : Kitabım geldi; tek kelime ile mükemmel; üç kelime ile kitabımla aşk yaşıyorum.



Mutlu kalın..




2 yorum:

  1. Öncelikle geçmiş olsun nice hayat hikayeleri var kronik hastalıklar maalesef çağın sorunu pdf için
    Teşekkürler okuyacağım

    YanıtlaSil
  2. Yorum için teşekkür ederim. En azından kronik stresin ve duygu bastırmanın zararının farkında yaşar isek kendimizi koruyucu önlemleri gecikmeden alabiliriz. Sağlıklı günler dilerim.

    YanıtlaSil

Yorum Kuralları:
-Lütfen reklam ve tanıtım içeren yorumlar yapmayınız.
-Küfür ve hakaret içeren yorumlar yapmayınız.
-Sadece konu ile ilgili yorumlara cevap verilir.