Yeniden merhaba,
Şimdiye kadar sıklıkla
hastalıkların biyolojisini, kimyasını, sebeplerini, organlar bazında
etkilerini, tedavi metotlarını, doktorların yaklaşımlarını, alternatif
yaklaşımları vb bloğumda paylaştım. Bugün ise sizlere hayranlıkla izlediğim ve
izledikten sonra müthiş bir aydınlanma yaşadığım bir videodan bahsetmek
istiyorum. Bu videoda Dr Gabor Mate çok özetle kronik ve otoimmün hastalıkları bulunan insanların tesadüf eseri
kronik hasta olmadıklarını anlatıyor. Hastalıkların kökenine iniyor. O
nedenle başta Kanser veya MS, ALS, lupus, romatoid artrit, tiroid,
ankilozon spondolit vb otoimmün olarak tabir edilen kronik hastalığı olan
herkesin ekrana kilitlenerek izlemesi gereken bir video. Lyme açısından
baktığımızda da bu spiroket bakteri neden bazılarında hastalık yaparken
diğerleri kaya gibi sağlam hiç bir şey olmuyor sorusuna da cevap içeriyor. Ve
tabi ki tedavi sonrası lyme ın yeniden nüksetmesini istemiyor isek nelere
dikkat etmemiz gerektiği açısından da.
İngilizce bilmeyenlerin
bu videoyu ıskalamasını istemedim. O nedenle elimden geldiğince dr un
anlattıklarını çevirdim. Ancak yazılı bir
metni çevirmek nispeten kolay sayılır da videoyu çevirmek biraz zorluyor. O
nedenle cümle cümle bir çeviriden ziyade anlam çevirisi yapmaya çalıştım.
Pek çok hastanın
sıklıkla başına gelen bir durum vardır. Doktora bir A4 kağıdını dolduracak
kadar şikayetle gidersiniz. Olabildiğince sözel olarak da şikayetlerinizi
dikkatlice ifade edersiniz. Doktor fiziksel muayeneye dahi gerek görmeyerek o
konforlu koltuğundan kıpırdamaz, onca şikayetinize üç beş tahlil yazar (onu da
en ilkel şekilde yazar mesela TSH ı ister serbest T3 ü T4 ü istemez...) ve
sonuçları şöyle bir inceleyerek hiçbir sıkıntınız olmadığını, sorunlarınızın
tamamen psikolojik olduğunu söyler. Bu tarz işgüzar doktorlar (işini hakkıyla
yapanları elbette tenzih ederim) maalesef bu yaklaşımı bir de yakınınızın
yanında yapar ki artık onların gözünde psikolojik rahatsız damgasını
yemiştirsiniz. E geçmiş olsun o zaman... İşte bu tarz doktorlar izlese keşke bu
Dr Gabor Mate yi. O zaman belki beden ve zihnin aslında bir bütün olduğunu,
zaten birbirinden ayrılamayacağını anlarlar. Neyse, bu tarz yaklaşımdaki
doktorlar bizi araştırmaya sevk etmeyecek kadar bilgili ve donanımlı olsaydı,
ben de zaten şu an youtube dan doktor videosu izleyeceğime dizi izliyor
olurdum.
Bahsettiğim video
aşağıda; çeviri ise uzun mu uzun. Ben büyük bir hayranlıkla izledim ve
sonrasında Dr un pek çok diğer videosunu kurcaladım. Umarım sizin için de öyle
olur.Öyle ki bu kurcalama beni Jaqueline Du Pre ye kadar götürdü. Dr Gabor Mate in bu seminerinde ve diğer pek çok seminerinde bize anlattığı şeyin özeti: hayır diyemeyen, duygularını bastıran, aşırı nazik, kibar, işkolik, kendini erteleyen, içinde yalnız insanların hasta olma olasılıklarının duygularını ifade eden insanlara oranla çok çok fazla olduğu idi. Sen hayır diyemediğinde bedenin senin yerine hayır diyor. Buyrun izleyin okuyun.
BEDEN HAYIR DEDİĞİNDE
-- BAŞKALARINA BAKARKEN KENDİMİZE BAKMAK --
DR. GABOR MATÉ
Bu kitap ve söyleşi
aile doktoru olarak benim 20 yıllık çalışmalarıma dayanır. Bu 20 yılın 7
yılında Vancouver Hastanesinde Palyatif (hafifletici) bakım biriminde kanser,
nörolojik hastalıklar vb gibi ölümcül hastaların bakımında bulundum ve bu
yıllar içinde okulda dahi öğrenmediğim bir gerçeği öğrendim: kimin
hasta olacağı belli ve hiç kimse tesadüfi olarak hasta olmuyor. Kanser, MS,
romatoid artrit, kronik astım, psöriasiz egzama, kolit, Chron’s hastalığı gibi pek çok kronik hastalığın bir insana
darbe indiren bazı talihsiz ve gizemli rastgele olaylar olduğunu düşünmeye
eğilimliyiz. Sıklıkla bizler bunun sebebini bireylerin yaşam şekli ile
açıklayabileceğimizi düşünürüz; örneğin
sigara içme ve onun akciğeri kanseri ile olan ilişkisi gibi. Fakat bundan başka
biz bu hastalıkların ya gizemli ve açıklanamaz talihsizlikler olduğunu ya da
insanların genlerinden kaynaklandığını düşünürüz. Ancak ben tersine kim hasta
oluyorsa veya olmuyorsa bunun rastgele
olmadığını anladım. Hasta olan insanlarda kesin ayırt edilebilir spesifik modeller
(paternler) , spesifik kimi kişilik özellikleri ve davranışları, farkında
olmadan ya da istemeden yapılan kimi davranışlar mevcuttur ve bunlar o
insanlara hastalığı getiren esas şeylerdir. Bu onların hatası
değildir ve birazdan göreceğiniz gibi ne
yaptıklarını bilmiyorlar.
Bakıcılar hakkında
konuştuğumuzdan size küçük bir gerçek söylememe müsaade edin ve dokuz-on yıl
önce basılan kitabımdan bu yana aynı yönde beklemekte olan çok fazla kanıt var.
Kanıtların bir kısmı bakıcılar hakkında. Kromozomlar hücrelerin çekirdeklerinin
içinde yer alan DNA larımızın yerleştiği iplikçiklerdir. Bu kromozomlarımızın
ucunda telomer adı verilen bir yapı
vardır. Telomerler ayakkabı bağcığının ucundaki ipliklerin aşınmasını
engellemek için kullanılan yapışkan gibidir Biz doğduğumuzda telomerlerimiz
belirli bir uzunluktadır. Yaş aldıkça gittikçe kısalırlar. Ömrümüzün sonuna
yaklaştıkça iyice sökülürler. Yani diğer bir ifadeyle bu kısalma yaşlanmanın bir göstergesidir. Kronik hastalığı olan çocuklarını bakan annelerin telomerlerine
bakılmış ve 30-40 yaş aralığındaki bu kadınların telomerlerinin kronolojik yaşlarından
10 yıl daha yaşlı olduğu bulunmuştur. Diğer bir ifadeyle bakım verme esnasında
oluşan kronik stres onları on yıl daha fazla yaşlandırmaktadır. Bu elbette ki
çocuklarımıza ya da desteğimize ihtiyacı olan
diğer insanlara bakmamalıyız anlamına gelmiyor. Fakat nasıl baktığımız
ve ne tür destekler aldığımız bizim sağlığımızda büyük farklılıklar
yaratmaktadır. Bu sabah aslında benim bahsedeceğim konu da tam olarak bu. (Yeliz'in notu : Otizmli çocuğu olan anne ve babalar
; ALS, Alzheimer hastası annesi-babası olan çocuklar bu konuya özellikle
dikkat)
Kronik hastalıklar
ile ilişkili belirli paternler, davranış özellikleri, psikoloji olduğundan
bahsettim. Tekrar belirteyim ki kronik hastalık dendiğinde ben hemen hemen her
şeyi kastediyorum. Gördüğüm, teşhis ettiğim ya da en azından sizler için
gazetelerden kırparak hazırladığım bu paternlerin neler olduğunu birazdan size okuyacağım.
Ben bunları aktarırken benim önerim bu
anlattıklarımı bir akademik alıştırma ya da başkasının hikayesi olarak görmeyip
kendiniz ile bu patternlerin ilişkisini düşünün, kendinizde farkına varıp
varmadığınızı düşünün.
İlk aktaracağım bir
bayana ait. Genel maile bayanın kendisi tarafından gönderilmiştir. Adı Donna.
Kadına göğüs kanseri teşhisi
konuyor. Doktorunun adı Harold, eşinin adı Hy. Donna ikinci eşi. İlk eşi göğüs
kanserinden ölmüş. Şimdi de Donna’da göğüs kanseri teşhis edilmiş ve Donna
şöyle yazmış: “Dr.
Harold bana kitlenin küçük olduğunu ve kesinlikle lenf nodüllerimde olmadığını
söyledi. Diğer eşinde bulduklarında her tarafına yayılmış olduğunu ve benim
ölmeyeceğimi söyledi. Fakat Ben eşim Hy için endişeleniyorum; onu desteklemek
için güçlü olmak istiyorum.” Bayanın
ölümcül olma potansiyeli taşıyan bir hastalık ile mücadele ederken ilk
düşündüğü şey eşini duygusal olarak nasıl destekleyeceği. İşte kronik bir hastalık için büyük bir risk faktörü: Kendi büyük risk taşıyan durumunu hiçe
sayarak başkasının ihtiyaçları için kompülsif ve otomatik endişe duymak.
Okuyacağım diğer tüm
ölüm özgeçmişlerinin tamamı genel maillerimden. Ölüm özgeçmişleri aslında
büyüleyicidir. Çünkü bize sadece ölen kişi hakkında bilgi vermez aynı zamanda
toplumsal değerler ve diğer insanlar ve de ilk olarak onları neyin öldürdüğü
hakkında bilgi verir. İyiler erken ölür
sözünü duymuşsunuzdur. Evet öyle. Ve bunun nedenleri vardır. Bir de bu ölünün
özgeçmişini dinleyin. Bu kişi Toronto’da 55 yaşında kanserden ölen bir doktor. Ben burada beklenenden erken ölenlerden
bahsediyorum. Bu tür şeyler genelde güzel bir şeymiş gibi anlatılıyor: “Toronto Hasta
Çocuklar Hastanesindeki çok sevdiği işini bir gün bile bırakmayı düşünmedi. Yıl
boyu süren kanser savaşına rağmen görevlerini sürdürdü. Sadece ölmeden kısa bir
süre önce kesti.” Şimdi bu durum
hakkında bir düşünün. Size kanser tanısı konulsaydı ya da bir arkadaşınıza
kanser tanısı konulsaydı ona hey arkadaşım yarın işine geri dön, aldığın
kemoterapi, radyoterapi ve her neyse ona rağmen ölene kadar her gün çalış der misiniz?
Dolayısıyla
kişinin kendi ihtiyaçlarından ziyade görev rolünü ve sorumlulukları bu
kompulsif ve katı bir şekilde benimsemesi hastalık için temel risk faktörüdür.
Bir sonraki ölüm
özgeçmişi bir koca tarafından 55 yaşında kanserden
ölen karısı Naomi için yazılmış: “Bütün hayatı boyunca kimse ile kavga etmedi. Egosu yoktu,
çevresiyle uyumluydu, mütevazi haldeydi.” Bakın hiçbir zaman kimseye
kızmamış. Sağlıklı bir öfkeyi baskılamak,
zapt etmek bir hastalık için büyük bir risk faktörüdür. Bu durum kesinlikle
İmmun sistemi baskılar. Bunun
gerekçelerini size konuşmamın ilerleyen kısımlarında anlatacağım. Temel olarak öfke ile baş etmenin üç yolu vardır. Ve
maalesef birincisi bu kadının yaptığı
gibi öfkeyi zapt etmektir. Bunlar her
zaman hoş olarak tabir ettiğimiz insanlardır ve ben bu hoş insanlar için
gerçekten üzülüyorum. İkinci yol ise ona
tepki vermek ve öfke içine girmek de ayrıca sağlıksızdır. Birinci durumda
İmmun sistem baskılanarak kronik hastalığa sebebiyet verirken ikinci durumdaki
gibi sürekli yükselmek de kalp hastalıkları ve felç riskini arttırır. Çalışmalar
göstermiştir ki öfke patlaması sonraki iki saat boyunca kalp krizi riski iki
misli artar. Üçüncü yol olan öfkenin
sağlıklı bir şekilde ifade edilmesi ya da öfkenin sağlıklı bir şekilde
yönetilmesi pek çoğumuzun nasıl yapılacağını bilmediğimiz bir yoldur. Biz
ya birini ya da diğerini yaparız. Sağlıklı öfke hakkında sonra sizinle
konuşacağım fakat şu nettir ki öfke ile nasıl baş ettiğimizin sağlığımız üzerinde çok ciddi
etkisi vardır. Bu ölüm özgeçmişinda adam karısı için egosu yoktur
yazmış. Çevreyle uyumlu olduğundan, mütevaziliğinden bahsetmiş. Şimdi, benim
eşimin adı Ray ve o bir sanatçı, burada gördüğünüz onun resimlerinden biri,
detay renk şeması benim kitabım için kapak oldu. Ray a bazen diyorum ki 42
yıldır evliyiz niçin çevre ile uyumlu değilsin. J Kitabımı okudu ve kitapta bahsettiğim
çalışmaları gördü. Dört ya da beş yıl önce büyük bir medikal konferansta
sunulan bir çalışma vardı. 10 yıl boyunca 1.700 kadını izlemişler ve mutsuz bir
şekilde evli olanlar ve duygularını bastıranlar yine mutsuz bir şekilde olup
duygularını ifade edenlere göre ölüme 4 kat daha fazla yatkınlar. Dolayısıyla mesele mutlu ya da mutsuz evlilik değil
mesele kişinin kendini ifade etmemesi.
Şimdi size bunlardan
bir tane daha okuyacağım. Bu da Calgary de yaşayan 50 yaşlarının başında kanserden ölen
bir anne. Çoklu
görevlerde usta, birkaç hokey pratiği, okul orkestrası ve diğer
dış etkinlikler gibi. 2005 haziran ayı bu üç çocuk annesine çok kötü
haberler getirdi. Metastetik kanser olduğunu öğrendi. Ancak hasta mantosunu
reddetti. Hayattaki hiçbir rolünden vazgeçmedi. Kemoterapi alırken bile sabah
saat 5 teki bisiklet turlarına devam etti. Yaşam koçluğu eğitimlerine yazıldı
ve Adler Okulundan mezun oldu ve kanserli hasta kadınlar için grup kurdu.
Kronik hastalığı olan insanlar için oldukça tipik bir durum.
Son olarak yine kanserden
ölen bir doktor. Ölüm özgeçmişini okuyunca nasıl kendine zarar verdiğini
görüyoruz fakat bunun ne kişinin kendisi ne de özgeçmişi yazan bilebiliyor. Sidney ve
annesi çok harika ve özel bir ilişkiye sahipti. Annesinin ölümüne dek hayatının
her basamağında aralarında belirgin bir bağ vardı. Evli ve çocuklu adam olduğu
için her gün ailesi ile akşam yemeği yiyordu. Karısı Rosyln ve 4 çocuğu evde
yemek için onu bekliyordu. Hayal kırıklığına uğratmamak için annesiyle de ikinci
bir akşam yemeği yiyordu. Yıllar boyunca hayatında iki akşam yemeği oldu ta ki
kilo alımına bağlı şüpheler gelişene dek. Bu zavallı adam herkesin
kendini nasıl hissettiği ile ilgili olarak sorumluluğu olduğunu düşünerek ve hiç kimseyi hayal kırıklığına uğratmak istemediği
için acı çekmiş. Annesine çıkıp anne benim dört çocuğum var ve akşamları
onlarla yemek yiyorum diyememiş. Ya da karısına Rosyln annemin benim desteğime
ihtiyacı var ve ona ne kadar düşkün olduğumu bilirsin o nedenle haftada bir iki
onunla yemek yiyeceğim diyememiş. Her seferinde herkesi mutlu etmeye uğraşmış. İŞTE HERKESİ SÜREKLİ MUTLU ETMEYE
UĞRAŞMAK SİZİ ÖLDÜRÜR. Ve diğer size az önce gösterdiğim sebepler.
Bunlar psikolojik sebepler değil fizyolojik sebepler. Vücutla, İmmun sistemle ilişkili. Zihni bedenden ayıramazsın. Benim uzmanlığımla ilgili problem
şu ki medikal uzmanlık zihin ile bedeni birbirinden ayrı tutuyor. Biz duygusal
hayatların fiziksel hayatlardan ayrı olduğunu düşünüyoruz. Tamamen yanlış bir
varsayım. Herhangi bir otoimmün hastalık ile mesela romatoid artrit şikayetiniz
ile doktora gittiğinizde doktor size hiç çocukluğunuzu sordu mu ya da herhangi
biri hayatınızdaki stresler, evliliğiniz veya iş hayatınız ya da kendinize
bakıp bakamadığınız hakkında soru sordu mu? Hiç sanmam. Onların yaptıkları bu
otoimmün bir hastalık ve neden olduğu hakkında bir fikrimiz yok ve işte haplar
burada şeklinde cevap veriyorlar. Yani onlar size inflamasyonu baskılamak için
ilaç verecekler ya da otoimmün hastalık bağışıklık sistemine saldırdığı için bağışıklık
sistemini baskılayacak ilaç verecekler. Size kortizon veya benzeri steroid
verecekler. İşte batı tıbbının yaptığı bu hastalığın başlamasında etkisi
olabilecek yaşamsal etkenler hakkında hasta ile konuşmazlar.
Ben size şunu garanti
ederim ki burada bulunup kronik hastalığı olan dinleyiciler şu an kendi
hastalığının nedeni hakkında bir fikre varabilmiştir. Çin, Hindistan ve
geleneksel tıbbın aksine batı tıbbı sadece vücudu iyileştirmeye çalışıyor.
Zihinsel bir hastalık olduğunda da yine zihin ve bedeni birbirinden ayırıyor.
Yaşadıkları çevreden ayırıyor. Çünkü
bizler çevre ile şekilleniriz. İnsanları çevreden niçin ayıramayacağınız
ile ilgili size üç tane örnek vereceğim. Örneğin çalışmalar ile gösterilmiş ki ailesi stresli
olan çocuklar astıma daha yatkınlar. Pek
çok çalışma bunu gösteriyor. Daha fazla astımın olduğu havası kirli yerlerde
ailesi stres altında olan çocuklar astıma daha yatkınlar. Çoğu doktor bunun
hakkında hiçbir şey duymamıştır bile. Eğer duymuş olsalardı bunu da
açıklayamazlardı. Bu durum astımı olanları gördüğünüzde sizin için çok açık
olacak. Astımı olanlara iki tip inhaler ilaç verilir. Muhtemelen bir tanesi ventolin denen inhaler olup onun görevi
hava yolunu açmaktır çünkü astımda havayolunu çevreleyen kaslarda spazm olur, ciğere
hava taşıyan tüpler daralır, hırıltılı nefes yaşanır. Diğer alınan inhaler bir steroid olup amacı inflamasyonu,
şişkinliği ve hava yolunu kalabalıklaştıran iltihaplı enkazı baskılamaktır.
Yani böylece iki inhaleriniz olur. Şimdi bu inhalerların temeli nedir? Hava
yolunu açan inhaler ADRENALİN in
kopyasıdır. İnflamasyonu baskılayan inhaler ise KORTİZOL ün kopyasıdır. Peki adrenalin ve kortizol nedir? Onlar STRES hormonudur. Yani astımı olan insanlara
kendi adrenal bezlerimizden yapılan stres hormonlarının aynısını veriyoruz.
Kendi stres mekanizmaları tükenmiş olduğu için
onlara dışarıdan stres hormonu vermemiz gerekir. Benzer şekilde artrit
veya lupus olduğunda size ne verirler ; kortizol, stres hormonu. Kendimize biz insanları neden stres
hormonları ile tedavi ediyoruz diye sormamız gerekmez mi? Onların
hastalıkları ile stres arasında bir bağ olabilir mi? Şimdi ailesi stresli olan
çocukların neden astım olduğu daha açıktır. Ailedeki stres çocuğun
fizyolojisini programlar. Çünkü bireyi
çevresinden ayıramazsınız. Ve bu bizim bütün yaşamımız için doğrudur.
Avustralya’da
göğsünde kitle olan ve biopsiyi gerektirecek endişeleri bulunan 550 kadın
üzerinde yapılan bir çalışma var. Bu çalışmada biopsi sonuçları gelmeden önce
bu kişilere ayrıca psikolojik anket de uygulanmış. Sonuçlar geldikten sonra görüldü
ki eğer bir kadının yaşamında kitlenin sonucundan önce önemli bir stres
yaşatacak hadise olduysa bu kitlenin kanser olup olmaması üzerinde sıfır etkisi
vardı. Benzer şekilde eğer bir kadın duygusal olarak yalnızsa bunun da aynı
zamanda kitlenin kanserli olması üzerinde sıfır etkisi var. Eğer bir kadın duygusal olarak yalnızsa ve
büyük bir strese maruz kalmışsa bu kitlenin kanser olma riski ortalamadan 9 kat
fazladır. Bunu çalışmayı yürüten medikal doktor da anlayamıyor çünkü sıfır
ve sıfır olan bölümler 9 a zıpladı. Görüyorsunuz işte, çünkü biz bireyler ve
çevre arasındaki ilişkiyi anlamıyoruz.
Mesela ben şimdi
burada size fiziksel veya duygusal stres uygulasam üç sağlıklı seçeneğiniz var.
Buna gelmeden önce, ben size stres uygulasam siz bunu sadece kafanızda
hissetmezsiniz. Bunu tüm vücudunuzda hissedersiniz. Kalp atışınız artar, sinir
sisteminiz iletileri hızlandırır, adrenal bezleriniz adrenalin ve kortizol salgılar ve böylece siz ya kaçar ya da savaşırsınız. Bunlar ya kaç ya savaş hormonlarıdır.
Böylece vücudunuz saniyeler içinde kaçmanız veya savaşmanız için fizyolojik
olarak başka bir durumda olacaktır. Bu güzeldir. Kısa süre içinde stres
hormonları size savaşmanız veya kaçmanız için yardımcı olur fakat uzun süreçte
onlar ne yapar? Uzun dönemde stres hormonları vücudunuzu bitirir. İmmun
sisteminizi baskılar, kan basıncınızı yükseltir, kalp hastalığı yapar,
kemiklerinizi inceltir. Bir şey sizi strese sokarsa ne olur? Dengeniz bozulur
ve vücudunuz alt üst olur fakat güvendiğiniz bir arkadaşınız gelse hey dostum
seni çok iyi görmedim dese elini omzunuza koysa ve bunun hakkında konuşmak
ister misin dese sizin vücudunuza neler olur dersiniz? Rahat bir nefes
alırsınız ve vücudunuz gevşer, beyninize oksijen gider daha berrak düşünmeye
başlarsınız, kalp atışlarınız yavaşlar kan basıncınız azalır, siteminizdeki
stres hormonları yatışır ve sağlıklı bir dengeye kavuşursunuz. Ve bütün bunlar
bir dostunuz size konuşmak ister misin dediği için olur. İşte az önce
bahsedilen bu duygusal olarak yalnız
olan strese maruz kalan kadınların sistemlerini stres hormonu aylar boyunca
etkiliyor. Kansere bu şekilde meyilli olmalarının sebebi de budur. Bu
gerçekten dosdoğrudur. Özetle bir bireyin fizyolojisi onun psikolojik ve sosyal
çevresinden ayrı düşünülemez.
Büyük medikal bir
dergide bahsedilen bir çalışmada hayatın sonlarındaki yaşlı çiftler arasında
eğer bir tanesi hastaneye yatırıldı ise diğerine ne olmasını beklersiniz? Onlar
da hasta olur diğer bir deyişle hastalık riski diğerine de geçer. Çünkü onların
bağışıklık sistemi psikolojik duygusal sosyal ilişkilerinden izole edilmemiştir. Zihni bedenden ayıramayız. Bireyi de
çevresinden ayıramayız. Birkaç dakika içinde bunun nasıl çalıştığını size
anlatacağım fakat önce bunu size ilgilendiğim bir hastalık ile ilişkilendirerek
anlatacağım. Çünkü medikal tıp yine diyor ki bunun sebebini bilmiyoruz ve ben
yine doğru şekilde bakmadığımızı düşünüyorum. Seyrek görülen bir hastalık var ALS Amyotrophic
lateral sclerosis, sinir sisteminin bozulduğu bir durum. Sizi çok
hızlı bir şekilde tamamen paralize (tutuk-kötürüm) olmuş bir hale sokacak bir
hastalık. Zihniniz tamdır fakat bedeniniz tutuktur bu hastalıkta. Sonunda nefes
alamaz duruma gelerek solunum yetmezliği vb sebep ile ölümler yaşanabilir.
Şu
anda tıbbi intihar isteyen ALS'li biriyle ilgili bir mahkeme vakası var ve aynı
şeyi isteyen Victoria'daki Sue
Rodriguez'i hatırlıyorum. Rodriguez in talebi yargıtayda reddedildi. ALS
çok amansız bir hastalık ve korkunç bir prognoz (hastalık seyri) yaşanır. Bunu
taşıyan çoğu kimse birkaç yıl içerisinde ölür. Bundan başka, sağlıklı insanları
vurur. Yaklaşık 12 yıl önce bir bayan, psikolog arkadaşım Dr Gordon Neufeld in
referansı ile bana ikinci bir seçenek olarak geldi. Onun hikayesi şöyleydi
Britanya Kolombiyasında ve aslında dünyada işinde uzman bir hekim tarafından
ALS tanısı konuyor fakat bayan teşhisi kabul etmiyor, etmek istemiyor. ALS
olduğunda hayatında stres olduğundan bahsediyor. Bayan,
Britanya Kolombiyası Lower Mainland da bir öğretmen ve bir ilkokulda müdür
yardımcısı. Derste birden kalem tutamadığını fark ediyor yani eli beyninin
talimatlarına uymuyor. Ayrıca yürümede zorluk çekmeye başlıyor. Başınıza böyle
bişi gelse çok acil olarak tıbbi bir çare arayacağınızı düşünürsünüz. Fakat o
böyle yapmadı. Aylar boyunca sabah 5:30 da kalkmaya devam etti, parmakları
zorlansa da yavaş yavaş üstünü giyindi, okula kadar araç kullandı, 7:30 da
zorlanarak okula yürüdü, bileğini sıkarak tebeşiri yerleştirdi ve öğrencilere
günlük dersini anlattı. Sonra evine gitti geç saate kadar oturup ertesi günün
dersine çalıştı. Her şey onun için oldukça yavaştı. Ertesi sabah yine 5:30 da
kalktı ve hiç yürüyemeyene dek bunu yapmaya devam etti. Bu şekilde
davranan bir tek o mudur? Elbette değildir. ALS hastalığı olan herkesin aynı kişilik özelliği olduğunu gördüm.
Hem de hiçbir istisna olmadan. Bu kitabı yazarken aynı zamanda tıp
literatürünü de taradım; ALS hastaları hakkında Yale Üniversitesi Tıp
Fakültesinde iki psikiyatrist tarafından
1970 de yapılmış bir çalışma vardı. Bu hastalar sürekli olarak
onlarla temas eden tüm personelin hayranlığını ve saygısını uyandırmıştır. Yardım istemekten kaçınan bir karakterleri
vardır. Korku, kaygı ve üzüntüsünü bir alışkanlık olarak inkar ediyorlar.
Yani olumsuz duygularını ifade etmiyorlar. Bazıları bozulmalarını
giderek azar azar anlattılar ya da gülümseyerek ifade ediyorlardı. 1930 larda
büyük bir beyzbol oyuncusu Lou Gehrig
in biyografisini incelediğimde, zaten ALS Kuzey Amerika’da Lou Gehrig hastalığı
olarak adlandırılır, hala daha 80 yıldır zor kırılan pek çok rekor kırdığını
gördüm. Ardışık oynadığı pek çok oyunu hiç kaybetmedi. Hiçbir oyun kaybetmedi
ve demir at unvanını aldı. Biografisini okumadan önce bunları bilmiyordum.
Sadece ALS den öldüğünü biliyordum. Hadi ona bir neler olduğuna bakalım. Grip
nezle gibi hiç hasta olmadı hiç oyun kaybetmedi, demir at unvanını aldı, atlet olarak
bir defasında sakatlandı, ellerinden röntgen çekildi ve parmaklarının 17 defa
birbirinden ayrı zamanlarda kırıldığı ortaya çıktı. Bu kırılmalar olmasına
rağmen her seferinde oynamaya devam etti. Takım arkadaşları onu topu tuttuğunda
acıdan çıldırmış maymun gibi yüzünü buruşturduğunu söylerler ancak Lou Gehrig buna
rağmen hiçbir oyunu kaybetmedi. İlginç şekilde, genç çaylak bir takım arkadaşı
grip olduğunda ve oynayamadığında yöneticileri bu durumdan hoşlanmadı ve Gehrig
bu duruma müdahale ederek o hasta oynayamaz siz neden bahsediyorsunuz şeklinde
tepki gösterdi. Çaylak oyuncuyu aldı kendi evine götürdü, annesiyle yaşıyordu, Lou
oturma odasında kanepede uyudu, çaylak Lou nun yatağında ve annesi ona baktı ve
Lou daha fazla yürüyemediği ana dek asla bir oyunu kaybetmedi. İşte ALS hastası
olan herkesteki tipik durum budur.
Biz hastalarımızı
kendi hastalıklarına sebep oldukları için suçluyor muyuz? Yo hayır
suçlamıyoruz. Çünkü bu kasıtlı yapılan
bir şey değil. Bunlar bilinç dışı paternler. Size kendi kişisel yaşamımdan
bir örnek vereyim. Ben 54 yaşındaydım annem de 78
yaşlarındaydı. O bir bakım evindeydi. Çünkü kas distrofisi adı verilen genetik
bir hastalığı vardı ve yürüyemiyordu, kollarını çok hareket ettiriyordu. 82
yaşında öldü. O zamanlar duldu ve bakım evinde olmak zorundaydı. Bir öğleden
sonra bakım evine onu ziyaret için gittim ve bakım evinin koridorunda yürüdükçe
hafif aksama vardı ama oldukça hafif.
Bu aksamanın olmasının sebebi, o sabah artroskopik ameliyat
geçirmemdi. Beton zemin üzerinde jogging yapmaktan dolayı yırtılmış bir
kıkırdak parçasını kestirdim, tıp fakültesinde ağrı ve doku hasarı dersini
kaçırmış olsam gerek ki beton üzerinde jogging yapmanın dokuya zarar vereceğine
dikkat etmemişim. Annemin odasına girdiğimde odanın kapısını açtım ve benim aksamam
kesildi ve annemin odasında mükemmel derecede normal yürüdüm. Onu ziyaret
ettim, memnun oldu. Ziyareti bitirip kapıdan dışarı çıktığımda aksamam yeniden
başladı. Şimdi soruyorum ne yaptığım hakkında ne düşünüyorsunuz?
(Ziyaretçilerden biri) Onu üzmemek için dikkatli oluyordun. Şimdi annem
hakkında bazı şeylerden bahsedeceğim. 78 yaşındaydı, 2. Dünya savaşından sağ
kurtuldu, Nazi soykırımından sağ kurtuldu, Auschwitz de ailesi öldü, 1956 daki
Macar Devrimi komünist diktasından sağ kurtuldu, iki genç erkek çocuğu ve
babamla Kanada’ya göç etti, 39 yaşında Kanada’da çocuk dünyaya getirdi, yeni
ülkede bir mültecinin yaşayabileceklerini tecrübe etti. Sence zihinsel ve duygusal
olarak çok güçlü olan bu insan etkilenir miydi? Orta yaştaki oğlunun öğleden
sonra geçirdiği atroskopik ameliyatının onu biraz dertte bıraktığını düşünür
müydü? Bunun hakkında düşünerek aksaklığımı bastırmadım, bu düşünmeden oldu. Bu benim hayatımın ilk yıllarına dayanır.
Anlatayım.
Alman
ordusu Budapeşte'ye yürüdüğünde ben iki aylıkken annem çocuk doktorunu
arayıp Gabor'u görmeye gelip
gelemeyeceğini sordu. İstiladan sonraki gün çok ağladığımı söylemiş ve çocuk
doktoru da tabii ki geleceğim demiş ama sana tüm Yahudi bebeklerinin de
ağladığını söylemeliyim diye cevap vermiş. Bunun hakkında ne düşünürsünüz? İki
aylıkken ben Naziler, Hitler ya da Soykırım hakkında ne bilebilirdim? Neye
tepki gösterdim? Annemin stresine. Bebekler annelerinin stresini toplarlar ve
bebekler çok çabuk öğrenirler, eğer anne çok stresliyse, ona daha fazla stres
katıyorsam, onunla ilişkimi tehdit edebilirim. Çünkü o daha da mutsuz olacak
diye düşünür. O zaman bebek annesi ile ilişkilerini korumak için kendi
acılarını bastırmayı öğrenir. Anne
bebeğine böyle bir mesaj vermeyi istemez, bunu otomatik ve bilinçsizce yapıyoruz. İşte böyle
çalışır. Bunlar hafızaya dönüşür. Bu anılar çağırmadan gelir. Ben de bu anıları
çağırmadım fakat bu kayıtlar bedenimde var. Bedenimizin bir hafızası var ve
bedenle çalışan arkadaşlarım beden anılarını rahatlıkla insanların duruşundan,
bedenlerini tutuşundan görürler veya yürüme şekillerinden anlarlar. Benim demek
istediğim bu kayıtları bedenimizde tutuyoruz ve bunların farkında değiliz.
Bilinçli bir hatırlama söz konusu değil. Dolayısıyla benim topallamamı
bastırmam bir beden hafızası idi.
Yani ALS li az önce bahsettiğimiz öğretmene
gelelim, o kadın bir üvey evlat.
Evlat edinildikten sonra annesi hamile kalmış ve biyolojik çocuk annenin merkezinde
olmuş. Üvey evlat bunu küçük yaşta fark etmiş ve biyolojik çocuk gibi sevilip
kabullenilmediğini veya taktir edilmediğini anlamış. Bu nedenle kendini
sevilebilir yapmak için hep çok uğraşmış, bunu yaparken hep kendi hislerini
isteklerini bastırmış, kendi ihtiyaçlarını yoksaymış. Tamamen farkında olmadan,
bilinçdışı. Bunlar onun küçük bir çocuk olduğu andan itibaren kopyalanan
paternleri.
Gelelim Lou Gehrige. Babası alkolik ve alkol
olan bir evde büyüyen bu çocuk için roller değişmiş. Çocuk olmasına rağmen
babaya bakıcı olmuş. Bazen duygusal bazen de fiziksel olarak ve bir süre sonra
bu sizin kişiliğiniz oluyor. Hayatınızı nasıl yaşayacağınızı bilemiyorsunuz
çünkü yetişkinler çocuk gibi oluyor. Ve paternler böyle oluşuyor. Burada kimse
suçlu değil.
Peki gelelim, neden bu
paternler hastalığa dönüşüyor? Çünkü
geleneksel tıbbın kabul ettiği gibi ve batı tıbbının da kabul etmek durumunda
kalacağı gibi zihin
ve beden ayrılamaz. Bu nedenle
vücuttaki önemli sistemlere bakarsanız beyin ile tamamen bağlantılı olduğunu
görürsünüz. Dolayısıyla beyindeki
duygusal merkezler bağışıklık sistemi ile, hormonal sistem ile ve sinir sistemi
ile ilişki içerisindedir. Beyninizdeki duygu ile ilgili merkezlerin
oynaması gereken büyük bir rol vardır: sizi canlı tutmak. Yeni doğan bir
çocuğun en temel ihtiyacı nedir? Duygusal olarak konuşmak ve tabi ki fiziksel
olarak konuşmaktır. Bu yetişkinler ile bir bağdır. Bu bağ olmadan bizler
hayatta kalamayız. Bunu aynı zamanda yavru kuşlarda ve benzeri yavru memeli
hayvanlarda da görebilirsiniz. Fakat özellikle insanlarda bu durum böyledir
çünkü bizler uzun bir zaman boyunca dünya üzerindeki canlıların en az gelişmişi,
en alt seviyede olgunlaşmışı ve çaresiziydik. Özellikle ADHD hakkındaki
söyleşilerimde bu konuya oldukça fazla değinirim. Bu şu anlama gelir, bizim
beyinlerimiz bağlanmak için kuruludur. Büyük merkezleri bağlamaya
mecburuz ve beyinlerimiz bağlanma yolu ile ilişkilerimizi sürdürmeye
adanmıştır. Bu bizim en büyük ihtiyacımızdır. Beyindeki bu duygu merkezleri
sinir sistemi ile bağlantılıdır. Çünkü sinir sistemi bizi ilgi ihtiyacımız karşılanmadığında uyarır ve biz ağlarız. Sonra
strese gireriz. Bu hormonal sistemdir. Ve bütün bu etkiler bağışıklığı etkiler.
Beyindeki bütün bu sinir sistemi, hormonal mekanizmalar,
bağışıklık sistemi ve duygu merkezleri birbirine sinir sistemi ile bağlıdır.
Bu anlatımdan siz büyük bir şekilde fiber bağların bütün hepsinin sinir
sistemine bağladığını düşünebilirsiniz. Bu
nedenle bu sistemlerden birini etkileyecek bir şey olduğunda diğer tarafı da
etkileyecektir. Beyinden elektrik fiberleri, sinir fiberleri kırmızı kan
hücrelerinin depolandığı dalağa ya da kırmızı kan hücrelerinin üretildiği kemik
iliğine veya boynumuzdaki timüs bezine ya da bağışıklık hücrelerine gider ve
sonra beyne geri gider. Dolayısıyla sistemlerimiz arasında her saniye her
milisaniye 7x24 akan sabit bir sinirsel
iletişim vardır. Bu iletişimin birincil şeklidir. İletişimin bir diğer şekli ise her
sistemin dolaşıma salgıladığı ve daha sonra diğer bir organa giden kimyasal haberciler yardımıyla
gerçekleşir. Böylece beyin vücutta neler olup bittiğini okur. Vücut da beyin de
neler olup bittiğini okur. Dolaşım sistemimizdeki bağışıklık hücreleri beynin
üretebildiği her hormonu üretir. Dolaşım sisteminizdeki bağışıklık hücreleri
beyin ile konuşur ve aynı zamanda beyni dinler. İşte bu da ikincil
iletişimdir. Üçüncü iletişim ise beyin ve
bağırsak sistemi arasındaki iletişimdir. Şimdi size bir soru soracağım , eğer
biraz sonra bahsedeceğim gibi bir deneyiminiz var ise lütfen elinizi kaldırın.
Herhangi bir şey hakkında çok güçlü bağırsak hissiyatınızın olduğu ve onu önemsemediğiniz
ve sonrasında üzüldüğünüz bir deneyiminiz olduysa lütfen elinizi kaldırın. Hemen
hemen buradaki herkes. Peki neden bu böyledir? Çünkü bağırsak beyinden daha
güçlüdür fakat daha zekidir. Beyinden değil de zekadan. Akıl söylemek istediğim. Çok
basit çünkü bağırsak beyne bağlıdır. Aslında bağırsak beyne beyin de bağırsağa
pek çok ileti gönderir. Bağırsak beyinden mesaj aldığında onu okur ve onları
büyütür ve tekrar beyne yollar. Böylece
bağırsak hissiyatı size büyük resmi söyler. Sizin düşünceleriniz size
sadece resmin küçük bir bölümünü söyler. Beynin
dil özelliklerinin yönetildiği kısımda inme (felç) yaşayan insanlar, konuşmaları
anlayabilen normal bir insana göre bir kişinin yalan söyleyip söylemediğini
daha iyi anlayabilir. Neden olduğunu zannediyorsunuz? Çünkü onlar sözcükleri anlamadıkları
için karşıdaki kişinin vücut dilini, yüz ifadesini, çelişkili ağız ve göz
hareketlerini okuyan bağırsak
hissiyatlarına sahiptirler ve ona dikkatlerini verirler. Hiç CBC de meclis
tartışması izlediniz mi. Ayağa kalkıp ağızlarıyla gülüp alkışlarlar ama gözleri
gülmez. Bunu izlemek size rahatsızlık verir. Bağırsak hissiyatı olan herhangi
biri TV yi kapatır. Ayrıca bağırsak hisleriyle okuyabilen ve ona göre tepki
veren büyük bir insan grubu daha vardır. Elbette ki çocuklar. Küçük çocuklar genç bebekler. Sözcükleri anlamazlar hatta
dinlemezler. Fakat emin ve sezgisel olarak bağırsak hislerine reaksiyon
gösterirler. Tahmin edin neden? Az önce elinizi kaldırdığınızda ve geçmişinizde
görmezden geldiğiniz güçlü bağırsak hissiyatınızdan ziyade zekanıza inandığınız
olayı anlattığınızda çocukluğunuzu anlatırsınız. Anne karnından bağırsak
hissiyatı ile doğarsınız ve tamamen bağlıdır. Fakat bir noktada size bir şey
olur ve hayatta kalmak ve kabul görmek için bağırsak hissiyatını bastırmanız gerektiğini öğrenirsiniz. Nasıl
çalıştığına bakalım. Çocukların iki temel ihtiyacı vardır. Ne kadar
olgunlaşmadıysak ilk ihtiyaç o kadar önemlidir. Birincisi bağdır. Bakım almak için bir başka insan ile olan bağ, ilişki.
Bu küçük bir çocuğun kesin ihtiyacıdır. Bu olmadan hayatta kalamaz. Diğer bir
ihtiyacı ise sahih/özgün (authentic)
olmaktır. Sahih/özgün (Authentic) demek
kim olduğumuzu bilmek, ne hissettiğimizi ifade edebilmek, davranışlarımızla
bunu sunabilmek demektir. Dolayısıyla bağlanma ihtiyacımız ve sahihlik
ihtiyacımız vardır. Peki bağlanmak için sahihlik
ihtiyacımızı bastırırsak ne olur. Çünkü ailelerimiz bizim olduğumuz kişi ile
baş edemiyorsa ya da iki yaşındaki öfkemizle baş edemiyorsa, ihtiyaçlarımızı
ifade şekillerimizle baş edemiyorsa çünkü onlar çok stresliyse, çok ihtiyaç
içerisindelerse, tıpkı az önce bahsettiğim benim annem gibi, İşte o zaman biz
olduğumuz kişiyi bastırırız. Böylece
bağırsak hislerimizi bastırırız. Çünkü onları ifade etmemiz bize bakan insanlar
ile çatışma yaşamamıza neden olur. Dolayısıyla bizim bağlarımızı tehdit eder.
Dolayısıyla yetişkin olarak bizim problemimiz hala daha bizim pek çok
davranışımız bağlanmaya olan ihtiyacımızdan ileri gelir. Hala daha bağlanma
ihtiyacı olan küçük bir çocuk gibi hareket ederiz. Beğenilme ihtiyacı duyarız
kabul edilme onaylanma ihtiyacı duyarız ve BİZİ BU İNSANLAR HASTA YAPAR. Şimdiye kadar benim
de bilmediğim ancak var olan dördüncü
iletişim beyin kalp iletişimi. Kalbin, kalbi saran lifli bir membran olan pericard tabakasında
kendi sinir sistemi, sinir ağı vardır.
Dolayısıyla duygusal olan her şey ve hayatımızı yaşayış şeklimiz fizyolojimiz
üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Çünkü bu sistemler ayrı değildir. Tamamı
tek bir sistemdir. Öfkenin
bastırılmasının immun sistemi nasıl baskıladığına bakalım. Şimdi bana bir gönüllü lazım ve bu gönüllü için iki
şey vaat ediyorum. Bunlardan bir tanesi bir dakika için kendini huzursuz hissedecek
diğeri de kendiniz hakkında bir şey öğreneceksiniz. Evet şimdi kim gönüllü
olmayı düşünür? (Dr. Gabor Mate bir gönüllü seçer). Gönüllünün adı Lorraine. Gönüllü
olmanın kuralı şu: bu senin hayatının metaforu ya da sunumu, sen bu sandalyede
oturuyorsun, o nedenle bu sandalyeyi terk edemezsin; tamam mı? Yani ne olursa
olsun olduğun yerde durman lazım. Onun haricinde ne yapmak istersen
yapabilirsin. Anladın değil mi? Lorraine
sana şunu soracağım: ben burada uzaktan
ders anlatırken sen olduğun yerde iyi misin? İyi olduğunu belirtir. Dr Gabor
Mate daha da yaklaşır ve yine sorar hala iyi hissediyor musun diye. Evet diye
cevaplar. Ardından çok yakınına gider ve tekrar nasıl hissettiğini sorar.
Lorraine rahatsız hissetmektedir. Onu uzaklaştırmak ister ve onu uzaklaştırmak
istemesinin sebebi öfkedir. Bu
sağlıklı öfkedir. Sağlıklı öfke sizin sınırlarınızı savunmanızdan başka bir şey
değildir. Lorraine bir süre sonra bana sen benim alanımdasın uzaklaş diyecekti.
Eğer farklı bir ilişkimiz olsaydı , çocuğu partneri gibi onun hayatından birisi
olsaydım, ona yaklaşmamdan hoşnut olacaktı. Diğer bir ifadeyle sağlıklı ve besleyici
şeyleri çekeriz; tehlikeli ve hoşlanmadığımız şeyleri dışarda tutmak isteriz.
Temel olarak
duygularımızın görevi budur. Peki şimdi immun sistemin görevi nedir?
İmmun sistemin görevi de sağlıksız olanları uzak tutmak-, bakteri veya kanser
hücresi gibi- ve sağlıklı olana izin vermektir. Vitaminler, besleyici gıdalar
gibi. İMMUN SİSTEM DUYGULARIMIZ NE YAPIYORSA
AYNISINI YAPIYOR. Bizi
koruyor ve içeriye ihtiyacımız olan şeylerin girmesini sağlıyor. Yani şu
çok aşikar ki birini baskıladığında diğerini de baskılamış oluyorsun. YANİ DOLAYISIYLA İNSANLAR ÖFKELERİNİ BASTIRIRSA İMMUN
SİSTEMLERİNİ DE BASKILAMIŞ OLURLAR. Duygular karmaşıklaştığı için İmmun
sistem karmaşıklaşır. Bizim aleyhimize döner ve OTOİMMÜN
DENİLEN HASTALIK ORTAYA ÇIKAR. İmmun sistem kişinin kendi vücuduna
atakta bulunur. İhtiyacınız olduğunda nasıl hayır diyeceğinizi bilmiyorsanız,
bunu sonunda sizin vücudunuz hastalık olarak söylemektedir. O
kadar kronik hastalığın varlığı bunu yapmadığınızı söyleyen vücudu temsil eder.
Aslında bu durum senin suçun değil. Konuyla ilgili herhangi bir seçim yapmadan
önce nasıl programladığınızla ilgili. Bu yüzden yine de bir suçlama ya da
kendini suçlama meselesi haline dönüşmemeli. Ama bu hastalığı önlemek için ya
da bir hastalığınız varsa daha etkin bir
şekilde mücadele etmek için, kim olduğunuzu öğrenmeniz ve hayır diyebilmeniz anlamına gelir. Bu bazen
zor olabilir çünkü hayatınızdaki insanlar sizin her zaman evet dediğinizi duydukları için kabullenmekte
zorluk çekeceklerdir. Aniden "yok hayır" demeye başlarsan, bazıları
senden hoşlanmayabilir. Hayır dediğin zaman neler olacak; şöyle ki
arkadaşlarının kim olduğunu öğreneceksin. Gerçek dostların sonunda hayır
diyebildiğin için memnun olduklarını söyleyecekler. Bu şekilde hayır demek sizin bağlı olduklarınızı sorgulamanıza
yarayacak. Böylece bağlı olduklarınızdan çok daha önemli olduğunuzu
öğreneceksiniz. Bu siz bir çocukken doğru değildir ama siz bir yetişkin
olduğunuzda doğrusu budur.
Bir hikaye ile
bitireceğim ve sonrasında soruları alacağım ve sizin için bir çift alıştırmam
olacak. Gilda Radner adlı komedyeni Saturday
Night Live adlı programdan hatırlarsınız. Kendisi yumurtalık kanserinden öldü.
Onun hayatı hakkında hiçbir şey bilmiyordum ama biyografisini okudum. Çünkü
aynı hikayenin aynı paternin onda da olduğunu düşündüm ve merak ettim. Gilda
Radner çok mutsuz bir çocukmuş ve çocukken aşırı kiloluymuş. Yetişkin olduğunda
zayıflıyor çünkü bulimia yaşıyor. Yani bir yıldız olduğu tüm o zamanlar bulimik.
Tipik olarak bu durumu annesine söylemiyor. Annesi de kızının ölümüne kadar bulimik
olduğunu bilmiyor. Neden; çünkü hala annesini koruyor. Tıpkı benim aksayan
bacağımı baskıladığım gibi. 12 yaşındayken babası ölüyor. Hiçbir zaman bunun
üstesinden gelemiyor. Her zaman kendini baskılayarak erkeğin kafasındaki imaja
uymasını gerektirecek erkekler ile ilişki içine girmiş. Annesiyle yakın ilişki
kurmasının tek yolu da onu güldürmek ve böylece komedyen oluyor. Tıpkı pek çok
diğer komedyen gibi. Sonrasında yumurtalık kanserine yakalanıyor. Yumurtalık
kanserinin fiziksel belirtileri ortaya çıkmasına rağmen kendi ihtiyaçlarını
karşılamaktan ziyade diğer insanların ihtiyaçları ile ilgileniyor. Yumurtalık kanserinin
bağırsak blokajı gibi fiziksel belirtileri ortaya çıkmasına rağmen kendi
ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade diğer insanların ihtiyaçları ile
ilgileniyor. İkilemler yaşıyor. Magnezyum sitrat mı almalıyım kahve enema mı
yapmalıyım ikisini bir mi uygulamalıyım. Abdominal masaj mı yapmalıyım kolon
terapisi mi olmalıyım. Batı tıbbına mı uymalı doğu tıbbını mı izlemeliyim gibi
ikilemler. Başarılı olduktan sonra Gilda yumurtalık kanseri konusunda Life
dergisinde kapak oldu. Pek çok kişiye ilham verdi. Fakat bu iyileşme kısa
sürdü. Çocukken geliştirdiği role yeniden sıkı sıkıya sarılıyor ve soğuk aldığı
ve diğerlerini hayal kırıklığına uğrattığı için kendini azarlıyor. Ben sağlık
sözcüsü olmalıydım ve iyileşmenin sembolü olmalıydım diye düşünüyor. Sadece ölmesine yakın bir zamanda dünyanın
annesi olamayacağını öğrendi. Kanserli bütün kadınlara yardım edemeyeceğini,
gelen bütün mektupları okuyamayacağını anladı. Kendime dikkat etmem lazım
herkes için üzülüp ağlayamam. Kendine dikkat etmen gerektiğini aksi taktirde
kimseye bir yardımının dokunamayacağını anladı. Bu başkalarına yardım etmeyelim
anlamına gelmez; aksine bizi insan yapan özelliktir bu. Ancak bunu yaparken
yardım istemeli ve nefes almalısınız. Nasıl hissettiğinizi ifade etmelisiniz.
Sadece size ait zamanlarınız olmalı. Bu bencillik veya ilgisizlik değildir.
🔔Bu arada güzel bir haber; Dr Gabor Mate 'in kitabının Türkçeye çevrildiğini de öğrendim ve sipariş verdim. Okumak için sabırsızlanıyorum. Hem idefix hem kitapyurdunda mevcut.
Sevgiler, sağlıkla kalın
Güncelleme : Kitabım geldi; tek kelime ile mükemmel; üç kelime ile kitabımla aşk yaşıyorum.
Sevgiler, sağlıkla kalın
Güncelleme : Kitabım geldi; tek kelime ile mükemmel; üç kelime ile kitabımla aşk yaşıyorum.
Mutlu kalın..
Öncelikle geçmiş olsun nice hayat hikayeleri var kronik hastalıklar maalesef çağın sorunu pdf için
YanıtlaSilTeşekkürler okuyacağım
Yorum için teşekkür ederim. En azından kronik stresin ve duygu bastırmanın zararının farkında yaşar isek kendimizi koruyucu önlemleri gecikmeden alabiliriz. Sağlıklı günler dilerim.
YanıtlaSil